Balzac, son söylenecek olanı söyleyip, bitirmiş konuşabileceğimiz her şeyi; “İnsan ya acılarını unutmasını, ya da kendi mezarını kazmasını bilmeli.” Senin bu sözden haberin yok sanıyorum. Kendi mezarını kazmak için uzaklarda olmadığın ortada. Peki, sen, acılarını unutmasını nereden öğrendin? Ben, neden bütün bunlardan habersizim?
Bana, “gittiğim uzak yerden” diye biten bir mektup göndermeye nasıl cüret edersin? Üstelik posta pulunun üzerindeki mühürden bile medet ummamı engellemek için, “mektubu yol üstünde bir posta kutusuna atıyorum” diyerek, ne yaptığının farkında mısın? Seni bulmamı engelleyemezsin. Bildiğim bütün telefon numaralarını kapatsan da; Ulaşabileceğim bütün adreslerini tahliye etsen de; Sanal dünyadaki bağlantılarının hepsini koparsan da; Seni bulmamı engelleyemezsin.
Sensizliğin acısıyla yaşamak yerine, bulmayı denerim seni. Hiç başaramayacağımı bilsem de, fark etmez. Sana adanmış bir ömrü, seni aramakla geçirmek, onu zayi etmek anlamına gelmez. Bir mezar kazıcısı olmak için, seni bulmak ümitlerini hepten kaybetmem gerekir. Bu, yaşadığın müddetçe mümkün değil. O halde gelmek zorundasın.
Bir başka mektubunda bana yazacaklarını çok merak etmiyorum. Ben senin, küçük kiraz dudaklarını merak ediyorum. Azıcık sinirlenince al al olan yanaklarını özlüyorum. Elimi tutmak için, filmin en karanlık sahnesini beklerken, gürültüyle atan kalbinin sesini arıyorum. Senin bana göndereceğin yeni mektubun, benim hayatımda hiçbir önemi yok. Zaten elimdeki tek mektubun da artık yok.
Aramızda konuşarak her şeyi halledebileceğimizi sen söylemiştin. Hani o dibine kadar kederli olduğum gecenin sabahında. O sabah kafam kazan gibiydi ve ben sana “Meselemiz yok!” demiştim. Vardı! O sabah da, başka sabahlar da bizim konuşmamız gereken meselelerimiz, vardı.
Şimdi kaçıp gitmek nereden aklına düştü anlayamıyorum. Bana mektup yazmak cüretini nasıl gösterebilirsin? Ben, sensiz uyandığım herhangi bir sabah hatırlamıyorum. Ben, küçük parmaklarını sinirle bana uzatışını hiç unutamıyorum. Şu mezar kazıcılığı merakın epeyce canımı sıktı, acılarını unutabileceğin aklımdan bile geçmiyor çünkü.
Bir başka mektubunu beklemiyorum senin bilesin. Bu saçma inadın yazmayı çok sevmenden kaynaklanıyorsa, yemek tarifi yaz, benim iyi huylarımı yaz, sevdiğimiz şeyleri alt alta sırala. Ancak yazdıklarını benim görebileceğim bir yere sakın bırakma. Gel yanı başımda, küçük kiraz dudaklarını büzerek, al al olmuş yanaklarını göstererek sen oku.
“ Acı, güzelliği kemirir” diyor Shakespeare, unutma. Ve sen güzelsin dünya kadar, senin için söylenmiş bir sözü ihmal etme. Acı, güzelliği kemirir! Kendini sürüngenlere teslim etme.
Yazdığın mektuptan da uzun bir cevap oldu. Oysa ben senin karşında uzun konuşmayı sevmem. Belki de konuşmayı sevmediğim için bana mektup yolluyorsun. Olabilir, az sonra kapının ardından çıkıp sen okuyacaksan yazdıklarını, neden olmasın? “İnsan ya acılarını unutmasını, ya da kendi mezarını kazmasını bilmeli.”
Bence bana mektup yazmak yerine, gel yanıma Balzac okuyalım, Shakespeare okuyalım. Daha güzel olmaz mı?
Bana, “gittiğim uzak yerden” diye biten bir mektup göndermeye nasıl cüret edersin? Üstelik posta pulunun üzerindeki mühürden bile medet ummamı engellemek için, “mektubu yol üstünde bir posta kutusuna atıyorum” diyerek, ne yaptığının farkında mısın? Seni bulmamı engelleyemezsin. Bildiğim bütün telefon numaralarını kapatsan da; Ulaşabileceğim bütün adreslerini tahliye etsen de; Sanal dünyadaki bağlantılarının hepsini koparsan da; Seni bulmamı engelleyemezsin.
Sensizliğin acısıyla yaşamak yerine, bulmayı denerim seni. Hiç başaramayacağımı bilsem de, fark etmez. Sana adanmış bir ömrü, seni aramakla geçirmek, onu zayi etmek anlamına gelmez. Bir mezar kazıcısı olmak için, seni bulmak ümitlerini hepten kaybetmem gerekir. Bu, yaşadığın müddetçe mümkün değil. O halde gelmek zorundasın.
Bir başka mektubunda bana yazacaklarını çok merak etmiyorum. Ben senin, küçük kiraz dudaklarını merak ediyorum. Azıcık sinirlenince al al olan yanaklarını özlüyorum. Elimi tutmak için, filmin en karanlık sahnesini beklerken, gürültüyle atan kalbinin sesini arıyorum. Senin bana göndereceğin yeni mektubun, benim hayatımda hiçbir önemi yok. Zaten elimdeki tek mektubun da artık yok.
Aramızda konuşarak her şeyi halledebileceğimizi sen söylemiştin. Hani o dibine kadar kederli olduğum gecenin sabahında. O sabah kafam kazan gibiydi ve ben sana “Meselemiz yok!” demiştim. Vardı! O sabah da, başka sabahlar da bizim konuşmamız gereken meselelerimiz, vardı.
Şimdi kaçıp gitmek nereden aklına düştü anlayamıyorum. Bana mektup yazmak cüretini nasıl gösterebilirsin? Ben, sensiz uyandığım herhangi bir sabah hatırlamıyorum. Ben, küçük parmaklarını sinirle bana uzatışını hiç unutamıyorum. Şu mezar kazıcılığı merakın epeyce canımı sıktı, acılarını unutabileceğin aklımdan bile geçmiyor çünkü.
Bir başka mektubunu beklemiyorum senin bilesin. Bu saçma inadın yazmayı çok sevmenden kaynaklanıyorsa, yemek tarifi yaz, benim iyi huylarımı yaz, sevdiğimiz şeyleri alt alta sırala. Ancak yazdıklarını benim görebileceğim bir yere sakın bırakma. Gel yanı başımda, küçük kiraz dudaklarını büzerek, al al olmuş yanaklarını göstererek sen oku.
“ Acı, güzelliği kemirir” diyor Shakespeare, unutma. Ve sen güzelsin dünya kadar, senin için söylenmiş bir sözü ihmal etme. Acı, güzelliği kemirir! Kendini sürüngenlere teslim etme.
Yazdığın mektuptan da uzun bir cevap oldu. Oysa ben senin karşında uzun konuşmayı sevmem. Belki de konuşmayı sevmediğim için bana mektup yolluyorsun. Olabilir, az sonra kapının ardından çıkıp sen okuyacaksan yazdıklarını, neden olmasın? “İnsan ya acılarını unutmasını, ya da kendi mezarını kazmasını bilmeli.”
Bence bana mektup yazmak yerine, gel yanıma Balzac okuyalım, Shakespeare okuyalım. Daha güzel olmaz mı?