“2020 baharının sonları… Afganistan…
Kandahar kentinin yoksul kenar mahallelerinden birinde Rabia adlı bir kadın, Covid-19 semptomları gösterince doktora gidiyor. Doktor tanıyı kesinleştiriyor ve ilaç yazıyor. Reçetede kadının adı yer alıyor. Buraya kadar her şey olağan gibi…
Ama değil !
Çünkü doktor, kadın hastanın adını reçeteye ‘yanlışlıkla’ yazıyor.
‘Sehven’ yani.
Rabia eve geliyor ve kocasından ilaçlarını almasını istiyor; ancak kocası, başka bir erkeğe adını açıkladığı için onu öldüresiye dövüyor.
Şaşırtıcı…
Ve çok acı, değil mi?”
İlgiyle takip ettiğim yazar sevgili Kemal Yandakçı, sosyal medya sayfasında bu yorumlu haberi okurlarıyla paylaştıktan sonra devam ediyordu:
“Aslında Afganistan için çok şaşırtıcı bir durum değil bu; çünkü orada kadınlar kendi adlarıyla anılmıyor; evin en büyük erkeğinin eşi, annesi, kardeşi, kızı gibi, ‘adla değil nitelendirmelerle’ tarif ediliyorlar (!)
Açıkça ‘yok sayılıyorlar’!”
***
Araştırınca görüyoruz ki Afgan kanunlarına göre bebeklerin doğum sertifikalarında sadece babalarının adı yazılıyor. Anneler orada da görmezden geliniyor.
Zaten ne evlendiklerinde düğün davetiyesinde ne de öldüklerinde mezar taşlarında adları yazıyor...
Ancak hikâyenin tamamı bu kadar değil.
Yakın tarihte Afgan kadınları, kendilerini yok sayan bu uygulamaya dur demeye karar veriyorlar ve “Where is my name? / Adım nerede?” kampanyasını başlatıyorlar.
Kampanyanın öncüsü ve sözcüsü, 28 yaşındaki aktivist Laleh Osmaney…
Onun hikâyesi de tıpkı İranlı kadın şair ve aktivist Farah Ferruhzad’ınki gibi: Hayranlık uyandıracak kadar cesaret ve muhteşem bir filme veya romana esin kaynağı olacak kadar dram yüklü…
İşte o Laleh, öncülük ettiği hareketi şu sözlerle anlatıyor:
“Afgan kadınlarının, çocuklarının kimliğinde ve doğum belgelerinde adlarının yer alması talebimiz, kadın haklarıyla değil doğrudan insan haklarıyla ilgili bir harekettir. Kadınlar, hayattaki kız, kadın veya anne rollerinden önce birer ‘birey’dir. Afganistan’da önce erkekler tarafından yok sayılan varlıkları, zamanla kadınların kendilerinin de bizzat kendi varlıklarını unutmalarına yol açtı…”
***
Laleh’in sözcülüğünü yaptığı kampanya, uzun ve zahmetli bir yolculuğun sonunda hiç de azımsanmayacak bir başarıya ulaşıyor:
Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani Ahmedzai, 17 Eylül 2020’de kadınların adlarının çocuklarının doğum belgesi ve kimliklerinde yer almasına olanak tanıyan kanununu onaylıyor.
Yine de bu bir final değil. Sadece bir adım, bir aşama…
Afgan kadınların önünde mücadelelerle dolu daha upuzun bir yol olduğunu söylüyor Ahmedzai.
Nasıl hikâye ama?
Şu anda sizde uyandırdığı etki, ‘%100 gerçek bir hikâye’ olmasından kaynaklanıyor, emin olun.
Bu gerçek hikâye, 21’nci yüzyılın bundan sonrasının çok çetin sosyal mücadelelere ve radikalizm ya da anti-radikalizm odaklı yeni değişimlere gebe olduğunu haber veriyor…
***
Ve…
Laleh Osmaney’in cesur girişimini hayranlıkla izleyen gazetecinin ülkesinde, benim ülkemde yani, geçtiğimiz hafta Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin 86’ncı yılı kutlandı.
5 Aralık 1934’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün girişimiyle kadınlarımıza bu hak verilmiş.
Laleh’in dediği gibi, ‘olay aslında kadın haklarıyla değil, insan haklarıyla ilgili’…
Böyleyken işte;
‘İtalya ve Fransa’dan 11 yıl önce…
Romanya’dan 12 yıl…
Bulgaristan’dan 13 yıl…
Belçika’dan 14 yıl…
Ve hukuk sistemini örnek aldığımız İsviçre’den tam 36 yıl önce…’
Doğuda, nüfusunun çoğu Müslüman olan bir ülkede…
Öyle reçetede adına yer verme falan değil, ‘seçme ve seçilme hakkı’!
Üstelik kâğıt üzerinde kalan bir hak da değil bu; izleyen ilk seçimlerde -TBMM’nin 5’inci döneminde- parlamentoda 18 kadının yer almasına yol açan gerçek bir devrim.
Vay canına!
Kandahar kentinin yoksul kenar mahallelerinden birinde Rabia adlı bir kadın, Covid-19 semptomları gösterince doktora gidiyor. Doktor tanıyı kesinleştiriyor ve ilaç yazıyor. Reçetede kadının adı yer alıyor. Buraya kadar her şey olağan gibi…
Ama değil !
Çünkü doktor, kadın hastanın adını reçeteye ‘yanlışlıkla’ yazıyor.
‘Sehven’ yani.
Rabia eve geliyor ve kocasından ilaçlarını almasını istiyor; ancak kocası, başka bir erkeğe adını açıkladığı için onu öldüresiye dövüyor.
Şaşırtıcı…
Ve çok acı, değil mi?”
İlgiyle takip ettiğim yazar sevgili Kemal Yandakçı, sosyal medya sayfasında bu yorumlu haberi okurlarıyla paylaştıktan sonra devam ediyordu:
“Aslında Afganistan için çok şaşırtıcı bir durum değil bu; çünkü orada kadınlar kendi adlarıyla anılmıyor; evin en büyük erkeğinin eşi, annesi, kardeşi, kızı gibi, ‘adla değil nitelendirmelerle’ tarif ediliyorlar (!)
Açıkça ‘yok sayılıyorlar’!”
***
Araştırınca görüyoruz ki Afgan kanunlarına göre bebeklerin doğum sertifikalarında sadece babalarının adı yazılıyor. Anneler orada da görmezden geliniyor.
Zaten ne evlendiklerinde düğün davetiyesinde ne de öldüklerinde mezar taşlarında adları yazıyor...
Ancak hikâyenin tamamı bu kadar değil.
Yakın tarihte Afgan kadınları, kendilerini yok sayan bu uygulamaya dur demeye karar veriyorlar ve “Where is my name? / Adım nerede?” kampanyasını başlatıyorlar.
Kampanyanın öncüsü ve sözcüsü, 28 yaşındaki aktivist Laleh Osmaney…
Onun hikâyesi de tıpkı İranlı kadın şair ve aktivist Farah Ferruhzad’ınki gibi: Hayranlık uyandıracak kadar cesaret ve muhteşem bir filme veya romana esin kaynağı olacak kadar dram yüklü…
İşte o Laleh, öncülük ettiği hareketi şu sözlerle anlatıyor:
“Afgan kadınlarının, çocuklarının kimliğinde ve doğum belgelerinde adlarının yer alması talebimiz, kadın haklarıyla değil doğrudan insan haklarıyla ilgili bir harekettir. Kadınlar, hayattaki kız, kadın veya anne rollerinden önce birer ‘birey’dir. Afganistan’da önce erkekler tarafından yok sayılan varlıkları, zamanla kadınların kendilerinin de bizzat kendi varlıklarını unutmalarına yol açtı…”
***
Laleh’in sözcülüğünü yaptığı kampanya, uzun ve zahmetli bir yolculuğun sonunda hiç de azımsanmayacak bir başarıya ulaşıyor:
Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani Ahmedzai, 17 Eylül 2020’de kadınların adlarının çocuklarının doğum belgesi ve kimliklerinde yer almasına olanak tanıyan kanununu onaylıyor.
Yine de bu bir final değil. Sadece bir adım, bir aşama…
Afgan kadınların önünde mücadelelerle dolu daha upuzun bir yol olduğunu söylüyor Ahmedzai.
Nasıl hikâye ama?
Şu anda sizde uyandırdığı etki, ‘%100 gerçek bir hikâye’ olmasından kaynaklanıyor, emin olun.
Bu gerçek hikâye, 21’nci yüzyılın bundan sonrasının çok çetin sosyal mücadelelere ve radikalizm ya da anti-radikalizm odaklı yeni değişimlere gebe olduğunu haber veriyor…
***
Ve…
Laleh Osmaney’in cesur girişimini hayranlıkla izleyen gazetecinin ülkesinde, benim ülkemde yani, geçtiğimiz hafta Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin 86’ncı yılı kutlandı.
5 Aralık 1934’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün girişimiyle kadınlarımıza bu hak verilmiş.
Laleh’in dediği gibi, ‘olay aslında kadın haklarıyla değil, insan haklarıyla ilgili’…
Böyleyken işte;
‘İtalya ve Fransa’dan 11 yıl önce…
Romanya’dan 12 yıl…
Bulgaristan’dan 13 yıl…
Belçika’dan 14 yıl…
Ve hukuk sistemini örnek aldığımız İsviçre’den tam 36 yıl önce…’
Doğuda, nüfusunun çoğu Müslüman olan bir ülkede…
Öyle reçetede adına yer verme falan değil, ‘seçme ve seçilme hakkı’!
Üstelik kâğıt üzerinde kalan bir hak da değil bu; izleyen ilk seçimlerde -TBMM’nin 5’inci döneminde- parlamentoda 18 kadının yer almasına yol açan gerçek bir devrim.
Vay canına!