Birbirinden ilginç yazılarına ve paylaşımlarına arada bir göndermeler yaptığım çok değerli dostum Veteriner Ayşegül Atay Başer, ocak ayının ortalarında sosyal medya sayfasında ağaçların inanılmaz dünyasını anlatan ilginç bir alıntı paylaşmıştı.
Orijinal metin ODTÜ’den Bige Güven Kızılay’ın imzasını taşıyor.
‘Şimdi sizlere desem ki, ağaçlar acıyı hissedebilir, hafızaları vardır ve ebeveyn ağaçlar çocuklarını eğitir ve korurlar; ne düşünürsünüz? İnanır mısınız?’ sorusuyla başlayan yazıda, önce bir referans kaynağa yer veriliyor (Ağaçların Gizli Yaşamı, Peter Wohlleben; Kitap Kurdu Yayınları-2018, Çeviren: Ali Sinan Çulhaoğlu), ardından ağaçların sırlarla dolu dünyasına dair birbirinden ilginç bilgiler sıralanıyor.
İşte on yıllarca sürmüş, birbirine eklenmiş bilimsel araştırmalara dayanan ve sayısız bilim insanının botanik bilimine adadığı hayatlardan damıtılan o çarpıcı bilgilerden -daha doğrusu keşiflerden- birkaçı:
Ve değişim tam da burada başlıyor. Kendi ticaret mantığına göre yamru yumru ve değersiz bulduğu ağaçlara hayran kalıyor insanlar. Toprağın dışına taşmış köklerine, yosun tutmuş kabuklarına gösterilen sevgiyi ve ilgiyi görünce kendisi de bambaşka bir gözle bakmaya başlıyor ormana…
Hani o rüzgarda hışırdayan dalları kastetmiyorum, ne de olsa ağaçların bu sesler üzerinde bir kontrolü yok. ‘Koku’ ile iletişim kuruyorlar. Müthiş değil mi? Farz edelim bir zürafa geldi bir akasya ağacının yapraklarını yiyor. Öyle de bir yiyor ki neslini sürdürmesini engelleyecek şekilde. Hemen korumaya alıyor kendini, hem de hızlıca, birkaç dakika içinde. Yapraklarına zehirli bir madde salgılıyor. Sadece kendini korumakla kalmıyor, diğer ağaçları uyarmak için etilen gazı salgılıyor ki, onlar da yapraklarını toksik hale getirip kendilerini kurtarsınlar...
Çok basit. O zürafalar yapraklarına zehir salgıladığını anladıkları ağaçları bırakıp da yanındaki ağaca dalmıyorlar. Gidiyorlar ta 100 metre uzaktaki ağaçlara... Çünkü o uyarı düdüğü yerine geçen kokunun uzanabildiği alan yüz metre. Yani çok uzağa gidemiyor kokular, ama inanılmaz hızlı. Meşeler kemirgen böceklere karşı böyle korurmuş kendini, söğütler ise bildiğimiz salisilik asit salgılarmış...
Ne mi oluyor sonra?
Gelsin tarım ilacı, gelsin zehirler... Ne kadar yıkasak tam arındıramıyoruz.
Ağaçlar zayıf ve güçlü taraflarını aralarında eşitlermiş. Yani güneş ışığı alan her ağaç köklerinde şeker üretiyor. Ve sıkı durun şimdi, şekeri fazla olan şeker veriyor, fakir olan destek alıyor. Ne ile? Yine o fiber kabloya benzettiğimiz mantarlar yoluyla... Anlayacağınız, toprağın altında, dünya yüzeyinde görmediğimiz bir adil düzen ve eşitlik var…
***
200 küsur sayfalık kitap elbette bu yazıya sığmayacak kadar detaylar içeriyor. Onlara boğmayacağım sizi. İlginizi çekiyorsa alır kitabı okursunuz; ama bana öyle çok şey düşündürttü ki, muazzam:
Doğa ne muhteşem bir öğretmen dedim içimden. Tanrı belki de insanları yoldan çıktıkları zaman ıslah edebilsin diye yarattı onu. Bakıp da doğru yolu bulalım diye.
Doğada biriktirmek yok mesela.
Şu yapraklarım pek güzel oldu, saklayayım da gelecek bahara da kullanayım demiyor ağaç.
Çünkü güveni var yaşama.
O yaprak sararıp düşecek, dalları kuruyacak, ama bahar yeniden, illa ki gelecek, belki bu defa daha da güzel yapraklar saracak dallarını. Onun için de biriktirmiyor, paylaşıyor doğa.
Tanrı’nın öğretisini aklından bir an bile çıkarmıyor!
Orijinal metin ODTÜ’den Bige Güven Kızılay’ın imzasını taşıyor.
‘Şimdi sizlere desem ki, ağaçlar acıyı hissedebilir, hafızaları vardır ve ebeveyn ağaçlar çocuklarını eğitir ve korurlar; ne düşünürsünüz? İnanır mısınız?’ sorusuyla başlayan yazıda, önce bir referans kaynağa yer veriliyor (Ağaçların Gizli Yaşamı, Peter Wohlleben; Kitap Kurdu Yayınları-2018, Çeviren: Ali Sinan Çulhaoğlu), ardından ağaçların sırlarla dolu dünyasına dair birbirinden ilginç bilgiler sıralanıyor.
İşte on yıllarca sürmüş, birbirine eklenmiş bilimsel araştırmalara dayanan ve sayısız bilim insanının botanik bilimine adadığı hayatlardan damıtılan o çarpıcı bilgilerden -daha doğrusu keşiflerden- birkaçı:
- 1964 Bonn doğumlu Alman Ekolojist Peter Wohlleben, günün birinde ölü ormanlara turistik geziler düzenlemeye karar veriyor.
Ve değişim tam da burada başlıyor. Kendi ticaret mantığına göre yamru yumru ve değersiz bulduğu ağaçlara hayran kalıyor insanlar. Toprağın dışına taşmış köklerine, yosun tutmuş kabuklarına gösterilen sevgiyi ve ilgiyi görünce kendisi de bambaşka bir gözle bakmaya başlıyor ormana…
- Bu konuda ne kadar bilimsel araştırma varsa peşine düşüyor. İlk şaşırtıcı keşfi şu oluyor: Ağaçlar kökleri aracılığıyla sadece haberleşmekle kalmıyor, birbirlerine hayatta kalmak için besin ileterek yardımlaşıyorlar da... Anlayacağınız, o üstüne gamsızca basıp geçtiğimiz toprağın altında resmen bir sosyal yaşam var. Bir çeşit komşuluk ilişkisi, hatta ahlakı var.
- Ağaçların kimisi birbiriyle sıkı dost, kimisi de birbirinden hiç haz etmiyor. Nereden mi anlıyoruz, tam altlarında durup yukarı bakın. Bazısı dallarını dümdüz yukarı uzatır, kimseyle arkadaş olmaz. Kibirlidir yani. Bazılarına bakınca dallar çetrefilli bir biçimde tepişiyor duygusuna kapılırsınız. Ama bazısı da vardır ki, uyumla iç içe geçmiştir dalları. Öyle ki hangi yaprak kimin, hangi meyve kimin dalında emin olamazsınız…
- Peki nasıl kendilerini ifade ediyorlar birbirlerine?
Hani o rüzgarda hışırdayan dalları kastetmiyorum, ne de olsa ağaçların bu sesler üzerinde bir kontrolü yok. ‘Koku’ ile iletişim kuruyorlar. Müthiş değil mi? Farz edelim bir zürafa geldi bir akasya ağacının yapraklarını yiyor. Öyle de bir yiyor ki neslini sürdürmesini engelleyecek şekilde. Hemen korumaya alıyor kendini, hem de hızlıca, birkaç dakika içinde. Yapraklarına zehirli bir madde salgılıyor. Sadece kendini korumakla kalmıyor, diğer ağaçları uyarmak için etilen gazı salgılıyor ki, onlar da yapraklarını toksik hale getirip kendilerini kurtarsınlar...
- Diyeceksiniz ki, ‘E güzel ama bu nasıl tespit edildi?’
Çok basit. O zürafalar yapraklarına zehir salgıladığını anladıkları ağaçları bırakıp da yanındaki ağaca dalmıyorlar. Gidiyorlar ta 100 metre uzaktaki ağaçlara... Çünkü o uyarı düdüğü yerine geçen kokunun uzanabildiği alan yüz metre. Yani çok uzağa gidemiyor kokular, ama inanılmaz hızlı. Meşeler kemirgen böceklere karşı böyle korurmuş kendini, söğütler ise bildiğimiz salisilik asit salgılarmış...
- Bir de ağaçların gönül verdikleri var. Arılar mesela. Ya da kuşlar. İşte onlar gelsin istiyor ağaçlar. Davetkar koku mektupları ile çağırıyorlar onları. Dallarda açan çiçekler ise bildiğimiz reklam tabelası. Ödül ne mi? Şekerli, tatlı bir nektar.
- Buraya kadarı toprağın üstünde olan biten; gelelim toprağın altına: Kökler demiştik ya hani. İşte onların ucunda mantarsı ağlar varmış. Bunlar kimyasal sinyaller gönderip diğer kökleri uyarıyor. Hava nasıl olursa olsun, mevsim ne olursa olsun bu ağlar işlevini mükemmel biçimde yerine getiriyor. Bu mantarları fiber optik kablolara benzetiyor yazarımız. Hani bizim “www” internetimiz gibi… Üstelik orman yaşamı içinde sadece ağaçlar değil, çalı ve çimenler de bir çeşit bu şekilde bilgi alıp veriyor. İşte tam da burada kültür bitkileri devreye giriyor. Onlar doğal yollarla toprağa atılmış tohumlar değiller. İnsan yapımı desek yeridir. O yüzden işte, bu değerli bağları yok zavallıların. Bir anlamla sağır ve dilsizler. Börtü böcekten kendilerini koruma şansları yok…
Ne mi oluyor sonra?
Gelsin tarım ilacı, gelsin zehirler... Ne kadar yıkasak tam arındıramıyoruz.
- Bende en fazla hayranlık uyandıran detay da şu oldu:
Ağaçlar zayıf ve güçlü taraflarını aralarında eşitlermiş. Yani güneş ışığı alan her ağaç köklerinde şeker üretiyor. Ve sıkı durun şimdi, şekeri fazla olan şeker veriyor, fakir olan destek alıyor. Ne ile? Yine o fiber kabloya benzettiğimiz mantarlar yoluyla... Anlayacağınız, toprağın altında, dünya yüzeyinde görmediğimiz bir adil düzen ve eşitlik var…
***
200 küsur sayfalık kitap elbette bu yazıya sığmayacak kadar detaylar içeriyor. Onlara boğmayacağım sizi. İlginizi çekiyorsa alır kitabı okursunuz; ama bana öyle çok şey düşündürttü ki, muazzam:
Doğa ne muhteşem bir öğretmen dedim içimden. Tanrı belki de insanları yoldan çıktıkları zaman ıslah edebilsin diye yarattı onu. Bakıp da doğru yolu bulalım diye.
Doğada biriktirmek yok mesela.
Şu yapraklarım pek güzel oldu, saklayayım da gelecek bahara da kullanayım demiyor ağaç.
Çünkü güveni var yaşama.
O yaprak sararıp düşecek, dalları kuruyacak, ama bahar yeniden, illa ki gelecek, belki bu defa daha da güzel yapraklar saracak dallarını. Onun için de biriktirmiyor, paylaşıyor doğa.
Tanrı’nın öğretisini aklından bir an bile çıkarmıyor!