Dil düşüncenin evidir.
Heidegger
Sami Paşazade Sergüzeşt romanında ihtiyar bir Fransız kadın öğretmenden bahsederken o kadının on yıldan fazla İstanbul’da bulunmasına rağmen, aralarında yaşadığı insanların dilini öğrenmeye tenezzül etmediğini, Türkçe olarak sadece “bakalım”, “kısmet”, “yavaş yavaş” gibi birkaç kelime kullandığını, fakat misyonerlerin taassup derecesinde kendi dillerini herkese öğretme gayreti içerisinde olduğunu dile getirmektedir.
Samipaşazade’nin bahsettiği bu olaydan yaklaşık yüzyıl sonra İstanbul’a Beşiktaş’ı çalıştırmaya gelen Gordon Milne de Türkiye’de çok uzun yıllar kalmasına rağmen Fransız kadın öğretmenin yaptığı gibi bir kelime dahi olsa Türkçe konuşmamaya inat etmişti.
Yine Almanya’nın yetiştirmiş olduğu en büyük kalecilerinden olan Schumacher, Fransa’nın Bordo (Bordeaux) kulübü ile anlaşmasına rağmen Fenerbahçe’de futbol oynama adına bu anlaşmayı bozarak Türkiye’ye gelmişti. Schumacher’e Fenerbahçe’yi tercih etmesinin nedeni sorulduğunda Alman kaleci, “Ortaokulda okuyan oğlum var, Fransa’da Almanca öğretim yapan bir okul yok, oysa İstanbul’da çok, o yüzden İstanbul’u tercih ettim” demişti.
1968 yılında Fransız lider De Gaualle Ankara’yı ziyaret ettiğinde kentin o zamanki belediye başkanı Ekrem Barlas Ankara Belediyesinin hizmetlerini anlatırken “Ankara’nın kanalizasyon problemi tamamlandı. Ankara’da belediye hizmetleri komple ve koordinasyon içinde” şeklinde bir cümle kurmuş, çevirmen bunu Fransızcaya aktarmaya kalktığında De Gaulle duruma müdahale ederek sakın çevirme galiba ben Türkçe biliyorum, başkanının söylediği her şeyi anladım, diyerek dilimizin şifresini nasıl savunmasız hâle getirdiğimizi yüzümüze vurmuştu.
Batılı, bizim kültürümüze, dilimize bu kadar ön yargılı yaklaşırken biz onlara, onların dilinden seslenerek rüştümüzü ispat etme, onlara sevimli görünme gayreti içerisindeyiz. Fatih Terim İtalya’ya gitmeden, İtalyanca öğrenmeye başlamış, İtalya’ya gider gitmez de hemen İtalyanca bir iki kelam ederek kendisini onlara ispat etmeye çalışmıştı. Bir yere dil üzerinden tutunmaya çalışmak zekâdan değil, kültürel ezilmişlikten kaynaklanmaktadır.
Heidegger’in dilin düşüncenin evi olduğu söyleminde olduğu gibi kişinin diline gelmeyen kelimeler de aynı zamanda düşünce ve niyetini ortaya koymaktadır. Millet olarak dil, düşünce ve eylem noktasında Batılıların bize ve kültürümüze karşı göstermiş oldukları reflekse karşılık en azından dik duracağımız bir refleks geliştirmedik. Elbette ikinci bir dili öğrenmeye kimse karşı çıkmamalıdır. Sorun bizim ikinci bir dil öğrenmemizden değil, bizim bu dillere karşı ezik bir tavır takınmamızdan kaynaklanmaktadır. Çünkü bizde, bir dil bilmek değil, bir dili biliyor gibi görünmek ön plana çıktığı için günlük ilişkilerimizde yabancı kökenli kelimelerle, onu kullananlar arasında çarpık ilişikler göze çarpmaktadır.
İstanbul’da okul öncesi eğitimi veren özel bir kurum, “anne karnında İngilizceyi öğretiyoruz” diye afişler asmıştı. Hatta hamile kadınları bazı seanslara alarak bebeğine İngilizce şarkılar dinlettiklerini ve böylece çocuğu daha anne karnında iken İngilizce ile tanıştırdıklarını iddia ediyorlardı. Bundan daha da vahimi bu cehalete ve soysuzluğa onlarca kişi kanmıştı.
Bizdeki bu hastalık çok eskiden kaynaklandığı için Tanzimat döneminde yaşamış olan Kâzım Paşa, “Mekteb ü medresede fıkh u ferâiz yerine/ Okumak şimdi Fransızca ibâdet gibidir/ Hükm olunur haklı deyu davasında / Pasaportu bulunan sahib-i hüccet gibidir / Hele Pardon gibi, boncorno gibi halt-ı kelam/ Eylemek hasılı ibrâz-ı belâgat gibidir” diyerek bu soysuzluğa isyan etmişti.
Öğrencilerimizi okullarda bilgi ile donatmadan önce onlara, Fransız’a, İngiliz’e, Arap’a, Acem’e, Alman’a karşı ezilmeyen, kültürüne, diline, kimliğine sahip çıkan nesiller yetiştirmeyi amaç edinmeliyiz. Milli şahsiyeti olmayan bir kişinin bilgisinden bu millete hayır gelmeyeceğini bilmemiz gerekir.
Heidegger
Sami Paşazade Sergüzeşt romanında ihtiyar bir Fransız kadın öğretmenden bahsederken o kadının on yıldan fazla İstanbul’da bulunmasına rağmen, aralarında yaşadığı insanların dilini öğrenmeye tenezzül etmediğini, Türkçe olarak sadece “bakalım”, “kısmet”, “yavaş yavaş” gibi birkaç kelime kullandığını, fakat misyonerlerin taassup derecesinde kendi dillerini herkese öğretme gayreti içerisinde olduğunu dile getirmektedir.
Samipaşazade’nin bahsettiği bu olaydan yaklaşık yüzyıl sonra İstanbul’a Beşiktaş’ı çalıştırmaya gelen Gordon Milne de Türkiye’de çok uzun yıllar kalmasına rağmen Fransız kadın öğretmenin yaptığı gibi bir kelime dahi olsa Türkçe konuşmamaya inat etmişti.
Yine Almanya’nın yetiştirmiş olduğu en büyük kalecilerinden olan Schumacher, Fransa’nın Bordo (Bordeaux) kulübü ile anlaşmasına rağmen Fenerbahçe’de futbol oynama adına bu anlaşmayı bozarak Türkiye’ye gelmişti. Schumacher’e Fenerbahçe’yi tercih etmesinin nedeni sorulduğunda Alman kaleci, “Ortaokulda okuyan oğlum var, Fransa’da Almanca öğretim yapan bir okul yok, oysa İstanbul’da çok, o yüzden İstanbul’u tercih ettim” demişti.
1968 yılında Fransız lider De Gaualle Ankara’yı ziyaret ettiğinde kentin o zamanki belediye başkanı Ekrem Barlas Ankara Belediyesinin hizmetlerini anlatırken “Ankara’nın kanalizasyon problemi tamamlandı. Ankara’da belediye hizmetleri komple ve koordinasyon içinde” şeklinde bir cümle kurmuş, çevirmen bunu Fransızcaya aktarmaya kalktığında De Gaulle duruma müdahale ederek sakın çevirme galiba ben Türkçe biliyorum, başkanının söylediği her şeyi anladım, diyerek dilimizin şifresini nasıl savunmasız hâle getirdiğimizi yüzümüze vurmuştu.
Batılı, bizim kültürümüze, dilimize bu kadar ön yargılı yaklaşırken biz onlara, onların dilinden seslenerek rüştümüzü ispat etme, onlara sevimli görünme gayreti içerisindeyiz. Fatih Terim İtalya’ya gitmeden, İtalyanca öğrenmeye başlamış, İtalya’ya gider gitmez de hemen İtalyanca bir iki kelam ederek kendisini onlara ispat etmeye çalışmıştı. Bir yere dil üzerinden tutunmaya çalışmak zekâdan değil, kültürel ezilmişlikten kaynaklanmaktadır.
Heidegger’in dilin düşüncenin evi olduğu söyleminde olduğu gibi kişinin diline gelmeyen kelimeler de aynı zamanda düşünce ve niyetini ortaya koymaktadır. Millet olarak dil, düşünce ve eylem noktasında Batılıların bize ve kültürümüze karşı göstermiş oldukları reflekse karşılık en azından dik duracağımız bir refleks geliştirmedik. Elbette ikinci bir dili öğrenmeye kimse karşı çıkmamalıdır. Sorun bizim ikinci bir dil öğrenmemizden değil, bizim bu dillere karşı ezik bir tavır takınmamızdan kaynaklanmaktadır. Çünkü bizde, bir dil bilmek değil, bir dili biliyor gibi görünmek ön plana çıktığı için günlük ilişkilerimizde yabancı kökenli kelimelerle, onu kullananlar arasında çarpık ilişikler göze çarpmaktadır.
İstanbul’da okul öncesi eğitimi veren özel bir kurum, “anne karnında İngilizceyi öğretiyoruz” diye afişler asmıştı. Hatta hamile kadınları bazı seanslara alarak bebeğine İngilizce şarkılar dinlettiklerini ve böylece çocuğu daha anne karnında iken İngilizce ile tanıştırdıklarını iddia ediyorlardı. Bundan daha da vahimi bu cehalete ve soysuzluğa onlarca kişi kanmıştı.
Bizdeki bu hastalık çok eskiden kaynaklandığı için Tanzimat döneminde yaşamış olan Kâzım Paşa, “Mekteb ü medresede fıkh u ferâiz yerine/ Okumak şimdi Fransızca ibâdet gibidir/ Hükm olunur haklı deyu davasında / Pasaportu bulunan sahib-i hüccet gibidir / Hele Pardon gibi, boncorno gibi halt-ı kelam/ Eylemek hasılı ibrâz-ı belâgat gibidir” diyerek bu soysuzluğa isyan etmişti.
Öğrencilerimizi okullarda bilgi ile donatmadan önce onlara, Fransız’a, İngiliz’e, Arap’a, Acem’e, Alman’a karşı ezilmeyen, kültürüne, diline, kimliğine sahip çıkan nesiller yetiştirmeyi amaç edinmeliyiz. Milli şahsiyeti olmayan bir kişinin bilgisinden bu millete hayır gelmeyeceğini bilmemiz gerekir.