‘Huzurlu öğrenim ortamı’.
Ya da ‘olumlu okul iklimi’…
Adına ne derseniz deyin, bu çok güzel değil mi? Güven veriyor.
Eğitim dünyasında sıklıkla idealize edilen, övülen bir şey bu.
Gerçi şu küresel salgın döneminde eğitimle ilgili hemen her şey öngörülemez biçimde değişime uğradı; ama şimdiki koşullarda bile ne okulun bilindik işlevini ne de uzaktan da olsa bir biçimde oluşturması gereken olumlu iklimi ihmal edebiliriz.
Ve yani…
Konu önemli, hikâye de o derece mânidâr:
“Mısır yetiştiren bir çiftçi, her yıl yetiştirilmiş en kaliteli mısıra verilen ödülü üst üste yıllarca almış.
Üstelik bu çiftçi, her defasında ödül aldığı harika mısırın tohumunu çoğaltıp komşularına dağıtmış. Bunu işiten bir gazeteci röportaj yapmak için çiftliğe gelmiş.
Ödülü domine eden çiftçiye sormuş:
-Seninle her yıl aynı yarışmaya giren komşularına kaliteli tohumlarından vermeyi nasıl göze alabiliyorsun? Rekabet içinde olduğun insanlara böyle yapman biraz tuhaf değil mi?
Çiftçi gülümsemiş:
-Yoksa sen şu basit doğa olayını bilmiyor musun? Rüzgâr, olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve tarla tarla dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse çapraz tozlaşma sonucu her geçen yıl benim ürettiğim mısırın kalitesi de düşer. Eğer kaliteli mısır yetiştirmek istiyorsan komşularına da kaliteli mısır yetiştirmeleri için yardım etmelisin!”
Hepimiz mısır yetiştirmiyoruz ama…
Bizim yaşamlarımız da tıpkı böyledir işte.
Kendi yaşamını anlamlı ve işe yarar bir şekilde yaşamak isteyenler, başkalarının yaşamlarını da mutlaka zenginleştirmeliler. Çünkü bir yaşamın değeri, onun dokunup olumlu yönde değiştirdiği başka yaşamlarla ölçülür.
***
Mutluluğu seçenler mesela… Onu arzulayanlar…
Başkalarının mutluluğa ulaşmasına yardım etmeliler. İçimizden birinin gerçek refaha ulaşması, aslında hepimizin toplu olarak belli bir refah düzeyine erişmemize bağlıdır çünkü.
Okullar ve öğretmenler için de aynen böyle!
Buna ‘başarı ilkesi’ diyebilirsiniz ya da ‘hayat kanunu’.
Ne derseniz artık: Hepimiz birden kazanmadıkça aslında hiçbirimiz kazanmış sayılmayız!
İyi de…
Yaşamın enginine, sahrasına yönelikmiş gibi gözüken bu öğretinin daha dar, daha özel bir alanla, ‘eğitimle’ ilgisini-ilişkisini nasıl daha anlaşılır kılabiliriz?
Kolay!
Tozlaşma…
Evet ‘tozlaşmayla’ ya da ‘polenleşme’ denen şeyle açıklarız bu durumu. Tıpkı az önceki hikâyede yetiştirdiği mısırların iyi olması için çevresine kaliteli mısır tohumları dağıtan çiftçi gibi okullar ve öğretmenler de ‘bu sadece bende olsun’ ihtirasını -ya da kıskançlığını- aştıkları zaman iş hakikaten kolaylaşacak. Zaten yapanları tenzih ederim. Eğitimde kalite artışını güçlendirecek çok önemli bir faktörden, ‘hepimiz birden kazanalım diye birbirimizi iteklemekten veya çekmekten’ ve yani bir tür ‘arazi vitesini’ şimdi daha da etkin kullanmaktan bahsediyorum….
***
Madem reçete belli, o halde niçin polenlerimizi yaymakta zorlanıyoruz, niye kıskanç ya da cimri davranıyoruz?
Biz öğretmenler veya bizim okullarımız…
Elbette bizzat kendi okulumu veya doğrudan bir öğretmen dostumu kastetmiyorum, genel bir davranış bozukluğundan söz ediyorum.
Bir düşünün, tarafsız bakın lütfen.
Evet, güç bela iyiyi oluşturuyoruz ama sonra onu paylaşmakta, çoğullaştırmakta müthiş zorlanıyoruz. Geleneksel cömertliğimiz işte o noktada sanki işlemez oluyor.
Neden?
Çünkü olay aslında okulda başlamıyor…
Sahip olduğumuz o nadide iyiyi bencilce içimize hapsetmeyi ilk olarak ‘çekirdek ailemizde’ öğreniyoruz.
Geniş ailenin başka ailelerle ilişkisini, çevremizde cereyan eden bireylerarası ilişkileri, okulumuzda öğretmenlerin ve akranlarımızın birbirleriyle cimrilik, kıskançlık, hatta komplo ve verimsizleştirme ilişkilerini izleyerek ‘paylaşamama’ tutumumuzu içten içe akla yatkınlaştırıyor (rasyonalize ediyor), öyle davranmamızın daha iyi olduğunu kendi kendimize sürekli öğütlüyor ve dolayısıyla davranışımızı kalıcılaştırıyoruz.
Rekabet koşulları, sağlıksız rekabet algısı, başkalarının bizden önce veya bizden çok alkışlanmasından ya da bizden daha fazla kazanmasından duyabileceğimiz rahatsızlık, belki parlak bir fikrimizin çalınması olasılığı, intihalin ve fikir hırsızlığının yaygınlığı vesaire…
Bunlar belki her zaman temkinli olmamızı gerektiren önemli tehditler, riskler...
Ama ihtiyatlılık; iyiliğin, cömertliğin ve paylaşımcılığın kolundan çıkıp onların üç adım önünde yürümeye başladığı zaman, durum da insani olmaktan çıkıyor.
***
Elbette cimrilik gibi cömertlik de aynı kanallardan ve aynı yollardan öğreniliyor.
Eli açıklık, kültürel ya da filozofik cömertlik, birlikte başarma hazzı, takım ruhu gibi her zaman idealize edilen değerler ve alışkanlıklar…
Onları da önce çekirdek ailemizden öğreniyoruz ve bu öğrenim de genellikle kalıcı oluyor…
İtiraf edelim ki başlangıçta daha çok da ‘annelerimizden’ öğreniyoruz. Sonra ‘anne öğrenimini’; geniş ailenin gelenekselleşmiş kültürü, sülalenin yaşayış üslubu, başka ailelerle iletişim tarzı ve ilişkileri, çevremizde cereyan eden bireylerarası ilişkiler; nihayet okulumuzda öğretmenlerin ve akranlarımızın birbirleriyle ilişkileri üzerine yeni öğrenimler izliyor…
Eğer öyleyse…
Eğer bunların tümünde ‘iyi örnekler’ baskınsa…
Ve eğer bütün bunlar bir okulda olumlu karşılanıyor ve mikro sisteme uyarlanıyorsa; başka bir deyişle okul ortamında ilke ve toleransları belirgin; rekabeti doğru ele alıp işbirliğini ve yardımseverliği öne çıkarabilen; yapıcı, yüreklendirici, liyakatı ve yetenekleri yücelten meritokratik bir anlayış ya da daha yaygın bilinen tanımlamayla ‘olumlu okul iklimi’ egemense…
O zaman ne mi oluyor?
Mısırları hatırlayın… Öyle oluyor işte!
Kim iyi örneği yayıyorsa o ‘en çok kazanan’ oluyor!
Ya da ‘olumlu okul iklimi’…
Adına ne derseniz deyin, bu çok güzel değil mi? Güven veriyor.
Eğitim dünyasında sıklıkla idealize edilen, övülen bir şey bu.
Gerçi şu küresel salgın döneminde eğitimle ilgili hemen her şey öngörülemez biçimde değişime uğradı; ama şimdiki koşullarda bile ne okulun bilindik işlevini ne de uzaktan da olsa bir biçimde oluşturması gereken olumlu iklimi ihmal edebiliriz.
Ve yani…
Konu önemli, hikâye de o derece mânidâr:
“Mısır yetiştiren bir çiftçi, her yıl yetiştirilmiş en kaliteli mısıra verilen ödülü üst üste yıllarca almış.
Üstelik bu çiftçi, her defasında ödül aldığı harika mısırın tohumunu çoğaltıp komşularına dağıtmış. Bunu işiten bir gazeteci röportaj yapmak için çiftliğe gelmiş.
Ödülü domine eden çiftçiye sormuş:
-Seninle her yıl aynı yarışmaya giren komşularına kaliteli tohumlarından vermeyi nasıl göze alabiliyorsun? Rekabet içinde olduğun insanlara böyle yapman biraz tuhaf değil mi?
Çiftçi gülümsemiş:
-Yoksa sen şu basit doğa olayını bilmiyor musun? Rüzgâr, olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve tarla tarla dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse çapraz tozlaşma sonucu her geçen yıl benim ürettiğim mısırın kalitesi de düşer. Eğer kaliteli mısır yetiştirmek istiyorsan komşularına da kaliteli mısır yetiştirmeleri için yardım etmelisin!”
Hepimiz mısır yetiştirmiyoruz ama…
Bizim yaşamlarımız da tıpkı böyledir işte.
Kendi yaşamını anlamlı ve işe yarar bir şekilde yaşamak isteyenler, başkalarının yaşamlarını da mutlaka zenginleştirmeliler. Çünkü bir yaşamın değeri, onun dokunup olumlu yönde değiştirdiği başka yaşamlarla ölçülür.
***
Mutluluğu seçenler mesela… Onu arzulayanlar…
Başkalarının mutluluğa ulaşmasına yardım etmeliler. İçimizden birinin gerçek refaha ulaşması, aslında hepimizin toplu olarak belli bir refah düzeyine erişmemize bağlıdır çünkü.
Okullar ve öğretmenler için de aynen böyle!
Buna ‘başarı ilkesi’ diyebilirsiniz ya da ‘hayat kanunu’.
Ne derseniz artık: Hepimiz birden kazanmadıkça aslında hiçbirimiz kazanmış sayılmayız!
İyi de…
Yaşamın enginine, sahrasına yönelikmiş gibi gözüken bu öğretinin daha dar, daha özel bir alanla, ‘eğitimle’ ilgisini-ilişkisini nasıl daha anlaşılır kılabiliriz?
Kolay!
Tozlaşma…
Evet ‘tozlaşmayla’ ya da ‘polenleşme’ denen şeyle açıklarız bu durumu. Tıpkı az önceki hikâyede yetiştirdiği mısırların iyi olması için çevresine kaliteli mısır tohumları dağıtan çiftçi gibi okullar ve öğretmenler de ‘bu sadece bende olsun’ ihtirasını -ya da kıskançlığını- aştıkları zaman iş hakikaten kolaylaşacak. Zaten yapanları tenzih ederim. Eğitimde kalite artışını güçlendirecek çok önemli bir faktörden, ‘hepimiz birden kazanalım diye birbirimizi iteklemekten veya çekmekten’ ve yani bir tür ‘arazi vitesini’ şimdi daha da etkin kullanmaktan bahsediyorum….
***
Madem reçete belli, o halde niçin polenlerimizi yaymakta zorlanıyoruz, niye kıskanç ya da cimri davranıyoruz?
Biz öğretmenler veya bizim okullarımız…
Elbette bizzat kendi okulumu veya doğrudan bir öğretmen dostumu kastetmiyorum, genel bir davranış bozukluğundan söz ediyorum.
Bir düşünün, tarafsız bakın lütfen.
Evet, güç bela iyiyi oluşturuyoruz ama sonra onu paylaşmakta, çoğullaştırmakta müthiş zorlanıyoruz. Geleneksel cömertliğimiz işte o noktada sanki işlemez oluyor.
Neden?
Çünkü olay aslında okulda başlamıyor…
Sahip olduğumuz o nadide iyiyi bencilce içimize hapsetmeyi ilk olarak ‘çekirdek ailemizde’ öğreniyoruz.
Geniş ailenin başka ailelerle ilişkisini, çevremizde cereyan eden bireylerarası ilişkileri, okulumuzda öğretmenlerin ve akranlarımızın birbirleriyle cimrilik, kıskançlık, hatta komplo ve verimsizleştirme ilişkilerini izleyerek ‘paylaşamama’ tutumumuzu içten içe akla yatkınlaştırıyor (rasyonalize ediyor), öyle davranmamızın daha iyi olduğunu kendi kendimize sürekli öğütlüyor ve dolayısıyla davranışımızı kalıcılaştırıyoruz.
Rekabet koşulları, sağlıksız rekabet algısı, başkalarının bizden önce veya bizden çok alkışlanmasından ya da bizden daha fazla kazanmasından duyabileceğimiz rahatsızlık, belki parlak bir fikrimizin çalınması olasılığı, intihalin ve fikir hırsızlığının yaygınlığı vesaire…
Bunlar belki her zaman temkinli olmamızı gerektiren önemli tehditler, riskler...
Ama ihtiyatlılık; iyiliğin, cömertliğin ve paylaşımcılığın kolundan çıkıp onların üç adım önünde yürümeye başladığı zaman, durum da insani olmaktan çıkıyor.
***
Elbette cimrilik gibi cömertlik de aynı kanallardan ve aynı yollardan öğreniliyor.
Eli açıklık, kültürel ya da filozofik cömertlik, birlikte başarma hazzı, takım ruhu gibi her zaman idealize edilen değerler ve alışkanlıklar…
Onları da önce çekirdek ailemizden öğreniyoruz ve bu öğrenim de genellikle kalıcı oluyor…
İtiraf edelim ki başlangıçta daha çok da ‘annelerimizden’ öğreniyoruz. Sonra ‘anne öğrenimini’; geniş ailenin gelenekselleşmiş kültürü, sülalenin yaşayış üslubu, başka ailelerle iletişim tarzı ve ilişkileri, çevremizde cereyan eden bireylerarası ilişkiler; nihayet okulumuzda öğretmenlerin ve akranlarımızın birbirleriyle ilişkileri üzerine yeni öğrenimler izliyor…
Eğer öyleyse…
Eğer bunların tümünde ‘iyi örnekler’ baskınsa…
Ve eğer bütün bunlar bir okulda olumlu karşılanıyor ve mikro sisteme uyarlanıyorsa; başka bir deyişle okul ortamında ilke ve toleransları belirgin; rekabeti doğru ele alıp işbirliğini ve yardımseverliği öne çıkarabilen; yapıcı, yüreklendirici, liyakatı ve yetenekleri yücelten meritokratik bir anlayış ya da daha yaygın bilinen tanımlamayla ‘olumlu okul iklimi’ egemense…
O zaman ne mi oluyor?
Mısırları hatırlayın… Öyle oluyor işte!
Kim iyi örneği yayıyorsa o ‘en çok kazanan’ oluyor!