Evlerimiz, bizim gün be gün sertleşen kabuklarımız...
Görkemli malikânelerimiz veya mütevazı gecekondularımız, bize güven veren korunaklarımız…
Ama öyle mi gerçekten?
Bütün o sahte mabetlerimizin içinde biraz konfor, biraz huzur buluyormuş gibi görünsek de aslında soğuk kutularımızda git gide yalnızlaşıyoruz ve başka bir şeyi arıyoruz.
Başka türlü bir hayatı...
Bir sıcaklığı.
İnsan sıcaklığını...
★★
Otomobillerimiz, adlarımızın önüne dizdiğimiz ünvanlar, süslü ofis tabelalarımız, yaldızlı kartvizitlerimiz de birer kabuk. Sertleşen, biz yaşlandıkça katılaşan, bizi ukalalığa, kendini beğenmişliğe ve dolayısıyla yalnızlığa gömen birer kalın katmandır tüm o lükslerimiz…
İnsan, dönüp dolaşıp en nihayet sadelikte buluyor mutluluğu çünkü.
★★
Bütün o katmanları başlangıçta kendi elimizle, ayrı ayrı örtüleri çeker gibi gönüllüce üstümüze çeksek de aslında biz daha çok kabukları çatlatacak şeylere gereksinim duyuyoruz; zira insanız, inat etsek bile yalnızlığa ancak bir yere kadar tahammül edebiliriz.
Direncimiz de irademiz gibi cüz’i…
Kibir, bir yerden sonra ruhumuzu tahriş eder.
Özgüvenin ve kendine yeterliğin fazlası, yüreğimizi nasırlaştırır.
Hiç kimsenin yardımına gereksinim duymadan yaşayabileceğimiz yanılgısı, toplumu ve hatta bireylerin birbirine sıkı sıkıya kenetlendiği aileleri bile kemirir, zayıflatır…
Halbuki…
Bütün post-modern katılığımıza rağmen bazen şefkat görüp yumuşamazsak kırılırız; süper-mekanik gelişkinliğimize rağmen de kendimizi merhametli ellere bırakmaya ve “insana güvenmeye” muhtacız.
Bu olmazsa biz de olmayız.
Aslında oluruz olmasına; ama yarım yamalak bir şey oluruz. Şefkatsiz, hoşgörüsüz, anlayışsız bir şey…
Tam olarak insan değil…
Dışımızdaki dünyayı güvensiz bir yere, katlanılması güç bir rekabet arenasına çeviren de işte bu yarım yamalak insan…
Nefret edip tiksindiğimiz, korkup uzaklaştığımız şey aslında o…
Ve o, aslında biziz!
★★
Bayramlar, arada bir bize uğrayıp dışımızdaki kabuğu çatlatıyor.
Çoğul, ümitvar ve omuz omuza olmanın hazzını bize yeniden yaşatıyor. İçimizden dışa doğru bir filiz büyüyor.
Yeşil, yemyeşil ve canlı…
“Nerde o eski bayramlar…” demek bu durumda azıcık anlamsızlaşıyor. Şimdi hangi bayramı yaşıyorsak işte o bizim için en değerli olan.
Çünkü…
“Hayata beraber başladığımız çoğu dostla yolumuz artık ayrılmış olsa da”...
Hayatın büyüyen ve büyüten filizi hala yeşil; hayat devam ediyor hala…
★★
Bu bayram da ziyaret edip kucaklaşacağımız dostlarımız, sevdiklerimiz, büyüklerimiz olacak.
Ve sadece onları mutlu etmek için değil, aslında daha ziyade kendi kabuğumuzu kırıp yalnızlığımıza son vermek için bir fırsattır, kilitli kapımıza dayanan bu bayram…
Mübarek olsun!
Görkemli malikânelerimiz veya mütevazı gecekondularımız, bize güven veren korunaklarımız…
Ama öyle mi gerçekten?
Bütün o sahte mabetlerimizin içinde biraz konfor, biraz huzur buluyormuş gibi görünsek de aslında soğuk kutularımızda git gide yalnızlaşıyoruz ve başka bir şeyi arıyoruz.
Başka türlü bir hayatı...
Bir sıcaklığı.
İnsan sıcaklığını...
★★
Otomobillerimiz, adlarımızın önüne dizdiğimiz ünvanlar, süslü ofis tabelalarımız, yaldızlı kartvizitlerimiz de birer kabuk. Sertleşen, biz yaşlandıkça katılaşan, bizi ukalalığa, kendini beğenmişliğe ve dolayısıyla yalnızlığa gömen birer kalın katmandır tüm o lükslerimiz…
İnsan, dönüp dolaşıp en nihayet sadelikte buluyor mutluluğu çünkü.
★★
Bütün o katmanları başlangıçta kendi elimizle, ayrı ayrı örtüleri çeker gibi gönüllüce üstümüze çeksek de aslında biz daha çok kabukları çatlatacak şeylere gereksinim duyuyoruz; zira insanız, inat etsek bile yalnızlığa ancak bir yere kadar tahammül edebiliriz.
Direncimiz de irademiz gibi cüz’i…
Kibir, bir yerden sonra ruhumuzu tahriş eder.
Özgüvenin ve kendine yeterliğin fazlası, yüreğimizi nasırlaştırır.
Hiç kimsenin yardımına gereksinim duymadan yaşayabileceğimiz yanılgısı, toplumu ve hatta bireylerin birbirine sıkı sıkıya kenetlendiği aileleri bile kemirir, zayıflatır…
Halbuki…
Bütün post-modern katılığımıza rağmen bazen şefkat görüp yumuşamazsak kırılırız; süper-mekanik gelişkinliğimize rağmen de kendimizi merhametli ellere bırakmaya ve “insana güvenmeye” muhtacız.
Bu olmazsa biz de olmayız.
Aslında oluruz olmasına; ama yarım yamalak bir şey oluruz. Şefkatsiz, hoşgörüsüz, anlayışsız bir şey…
Tam olarak insan değil…
Dışımızdaki dünyayı güvensiz bir yere, katlanılması güç bir rekabet arenasına çeviren de işte bu yarım yamalak insan…
Nefret edip tiksindiğimiz, korkup uzaklaştığımız şey aslında o…
Ve o, aslında biziz!
★★
Bayramlar, arada bir bize uğrayıp dışımızdaki kabuğu çatlatıyor.
Çoğul, ümitvar ve omuz omuza olmanın hazzını bize yeniden yaşatıyor. İçimizden dışa doğru bir filiz büyüyor.
Yeşil, yemyeşil ve canlı…
“Nerde o eski bayramlar…” demek bu durumda azıcık anlamsızlaşıyor. Şimdi hangi bayramı yaşıyorsak işte o bizim için en değerli olan.
Çünkü…
“Hayata beraber başladığımız çoğu dostla yolumuz artık ayrılmış olsa da”...
Hayatın büyüyen ve büyüten filizi hala yeşil; hayat devam ediyor hala…
★★
Bu bayram da ziyaret edip kucaklaşacağımız dostlarımız, sevdiklerimiz, büyüklerimiz olacak.
Ve sadece onları mutlu etmek için değil, aslında daha ziyade kendi kabuğumuzu kırıp yalnızlığımıza son vermek için bir fırsattır, kilitli kapımıza dayanan bu bayram…
Mübarek olsun!