Bitmeyen bir kâbus yaşıyoruz sanki. ‘Sanki’ fazla mı oldu, bilmiyorum. Ama Pompei’deymişiz gibi üzerimize yağan şu ateş toplarını bir sayalım isterseniz:
Bu altı baskın faktör başta olmak üzere birçok stratejik değişkenin varlığı ve özellikle dış politika ile ekonomi ve finans yönetimlerindeki öngörü eksiklikleri sonucunda patlak veren dışta küresel ekonomik kriz; içte yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, dramatik yoksullaşma...
Ve şimdi bir anda hepsinin üzerine konumlanan; oluş biçimiyle de sismoloji tarihine geçen, öte yandan ülkemizin fiziksel açıdan beşte birini ama ülke nüfusunun tartışmasız tamamını derinden etkileyen ya da zamanla muhakkak etkileyecek olan deprem kasırgası...
Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Adıyaman, Adana başta olmak üzere toplam on ilimizde art arda oluşan bu şiddetli depremlerin muazzam yıkıcı sonuçları ama en çok da yarattığı onarılması zor moral çöküntü...
Sosyo-ekonomik ve sosyal-psikolojik derin travmalar...
Özetle: Kendine yeni bir form bulan ‘kitlesel (u)mutsuzluk’...
Üstelik Covid-19 pandemisinin ve ekonomik krizin enkazı henüz kaldırılamamışken tahmini 130 milyon tonu bulacağı söylenen yeni ve somut bir enkaz...
İçinde sönmüş ocakları, geri getirilemez şeyleri içeren kapkara, korkunç bir enkaz...
Kim, nasıl kaldıracak bunu?
★★
Miladın 10 bin yıl öncesinden ve yani Paleolitik çağdan bugüne, 12 bin yılı aşan bir zaman içinde tutup tam da bizim dünya hayatımıza denk gelen ve bundan sonra hiç bitmeyecekmiş gibi koyulaşan bir kâbus mu bu?
Dünya’nın sonu mu yani?
Ne?..
‘Hay ben böyle şansın!..’ deyip saydıracak mıyız? Peki kime?..
Yok, hayır; aman öyle demeyelim! Faydasız çünkü.
Deprem sağanağında ocağı sönen kardeşlerimizin acısını hafife aldığımı düşünmenizi asla istemem, onlar muhtemelen ‘insanın başına gelebilecek en kötü şeyi’ yaşadıklarını düşünüyorlar ve haklılar da...
Yaraları kabuk bağlamaz türden ama diğer yandan -kişiye özel değil, genel anlamda söylüyorum- bundan çok daha kötülerini de yaşayabiliriz. İnsanız. Zayıfız. Acayip güçsüzüz.
Gördük işte...
Daha beteri mi, Allah muhafaza!
Bunlar, bu yaşadıklarımız, elbette çok beter!
Ama beterin beteri bu değil.
Öyleyse ne?
İşte onu bilsem de anlatmak istemem.
Onun -beterin beterinin- gerçekten ne olduğunu bilmeyenler ekranları parsellemişler. Dun seçimdi gündemleri, bugün deprem!
Aynı kişiler, aynı söylem...
Ne yazık!
★★
Gerçeği bilenler var ve nedenlerle sonuçlar arasına sıkışan sırrı gerçekten bilenler, aynı zamanda bugün, böyle bir ortamda bildiklerini anlatmaktan imtina edenler.
Nedenleri bilenler ve sonuçları kestirebilenler susmayı seçiyor özetle. Bir süreliğine tabii.
Çünkü şimdi manzaraya bakıp beterin beterini betimlemenin, insanlara (u)mutsuzluk aşılamanın zamanı değil. O davranışta iyi niyet aranamaz. Moral açıdan daha güçlü bir anımızda, çok daha doğru zamanlamayla konuşmak lazım öyle şeyleri. Benim kast ettiğim ‘susmak, pısmak, yapıcı eleştiriden ve olumlu muhalefet etmekten vaz geçmek’ falan değil. ‘Tartışsak da sonunda birbirimize gülümseyerek ‘Gel kardeşim!’ deyip aynı masada oturmaya, çay içmeye yüzümüzün ve mecalimizin olması’ gibi bir şey benim anlattığım, anlıyorsunuz ya zaten.
Sadece ‘şimdi mecalimiz yok’ diyorum.
Ama sonra olacak, konuşmaya da dinlemeye de...
Yoksa hep susmak, dilsiz şeytan edermiş insanı. Beterin beterini belirlemek, betimlemek, ona hazırlık yapmak ve onu alt etmek için doğru zaman gelecek.
Şimdi değil ama!
Enkazın üzerinde dikilirken değil!
- Covid-19 pandemisi: Çok boyutlu gerçek küresel yıkım doğurdu ve esas sonuçlarıyla şimdi yüzleşmeye başladık.
- İklim değişikliği: Ülkeleri yönetenler, bunu türlü nedenlerle yıllarca görmezden geldi ve bu politik ihmalden ötürü de son birkaç yılda doğal felaketler doruğa çıktı, akıl almaz biçimde sıklaştı.
- Gıda ve su kıtlığı: Öncü etkilerini bugün yaşadığımız ama asıl gelecek 30 yılı, belki 100 yılı biçimlendireceğini düşündüğümüz trajik bir akıbete dönüştü.
- Doğal kaynakların, petrolün ve madenlerin hakikaten tükenebilir şeyler olduğunu sanki şimdi keşfettik (?!)
- Muazzam enerji gereksinimi: Geleceğimizi bugünden biçimlendirmeye başladı.
- Çevremizdeki savaşlar, iç çatışmalar ve en sonunda -kimi askeri strateji uzmanlarına göre üçüncü dünya savaşının habercisi de olabilecek- Rusya-Ukrayna savaşı
Bu altı baskın faktör başta olmak üzere birçok stratejik değişkenin varlığı ve özellikle dış politika ile ekonomi ve finans yönetimlerindeki öngörü eksiklikleri sonucunda patlak veren dışta küresel ekonomik kriz; içte yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, dramatik yoksullaşma...
Ve şimdi bir anda hepsinin üzerine konumlanan; oluş biçimiyle de sismoloji tarihine geçen, öte yandan ülkemizin fiziksel açıdan beşte birini ama ülke nüfusunun tartışmasız tamamını derinden etkileyen ya da zamanla muhakkak etkileyecek olan deprem kasırgası...
Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Adıyaman, Adana başta olmak üzere toplam on ilimizde art arda oluşan bu şiddetli depremlerin muazzam yıkıcı sonuçları ama en çok da yarattığı onarılması zor moral çöküntü...
Sosyo-ekonomik ve sosyal-psikolojik derin travmalar...
Özetle: Kendine yeni bir form bulan ‘kitlesel (u)mutsuzluk’...
Üstelik Covid-19 pandemisinin ve ekonomik krizin enkazı henüz kaldırılamamışken tahmini 130 milyon tonu bulacağı söylenen yeni ve somut bir enkaz...
İçinde sönmüş ocakları, geri getirilemez şeyleri içeren kapkara, korkunç bir enkaz...
Kim, nasıl kaldıracak bunu?
★★
Miladın 10 bin yıl öncesinden ve yani Paleolitik çağdan bugüne, 12 bin yılı aşan bir zaman içinde tutup tam da bizim dünya hayatımıza denk gelen ve bundan sonra hiç bitmeyecekmiş gibi koyulaşan bir kâbus mu bu?
Dünya’nın sonu mu yani?
Ne?..
‘Hay ben böyle şansın!..’ deyip saydıracak mıyız? Peki kime?..
Yok, hayır; aman öyle demeyelim! Faydasız çünkü.
Deprem sağanağında ocağı sönen kardeşlerimizin acısını hafife aldığımı düşünmenizi asla istemem, onlar muhtemelen ‘insanın başına gelebilecek en kötü şeyi’ yaşadıklarını düşünüyorlar ve haklılar da...
Yaraları kabuk bağlamaz türden ama diğer yandan -kişiye özel değil, genel anlamda söylüyorum- bundan çok daha kötülerini de yaşayabiliriz. İnsanız. Zayıfız. Acayip güçsüzüz.
Gördük işte...
Daha beteri mi, Allah muhafaza!
Bunlar, bu yaşadıklarımız, elbette çok beter!
Ama beterin beteri bu değil.
Öyleyse ne?
İşte onu bilsem de anlatmak istemem.
Onun -beterin beterinin- gerçekten ne olduğunu bilmeyenler ekranları parsellemişler. Dun seçimdi gündemleri, bugün deprem!
Aynı kişiler, aynı söylem...
Ne yazık!
★★
Gerçeği bilenler var ve nedenlerle sonuçlar arasına sıkışan sırrı gerçekten bilenler, aynı zamanda bugün, böyle bir ortamda bildiklerini anlatmaktan imtina edenler.
Nedenleri bilenler ve sonuçları kestirebilenler susmayı seçiyor özetle. Bir süreliğine tabii.
Çünkü şimdi manzaraya bakıp beterin beterini betimlemenin, insanlara (u)mutsuzluk aşılamanın zamanı değil. O davranışta iyi niyet aranamaz. Moral açıdan daha güçlü bir anımızda, çok daha doğru zamanlamayla konuşmak lazım öyle şeyleri. Benim kast ettiğim ‘susmak, pısmak, yapıcı eleştiriden ve olumlu muhalefet etmekten vaz geçmek’ falan değil. ‘Tartışsak da sonunda birbirimize gülümseyerek ‘Gel kardeşim!’ deyip aynı masada oturmaya, çay içmeye yüzümüzün ve mecalimizin olması’ gibi bir şey benim anlattığım, anlıyorsunuz ya zaten.
Sadece ‘şimdi mecalimiz yok’ diyorum.
Ama sonra olacak, konuşmaya da dinlemeye de...
Yoksa hep susmak, dilsiz şeytan edermiş insanı. Beterin beterini belirlemek, betimlemek, ona hazırlık yapmak ve onu alt etmek için doğru zaman gelecek.
Şimdi değil ama!
Enkazın üzerinde dikilirken değil!