‘Bize göre’ demiyorum çünkü ‘bize göre kendi çocuklarımızın durumu’ zaten belli: Onlar elbette bizim göz bebeğimiz…
Öyle diyoruz…
Ama acaba ne kadar samimiyiz; dışarıdan bakan tarafsız kimselere göre -mesela içinde her milletten ve her dinden gözlemcilerin olduğu ve sırf bu iş için oluşturulmuş bağımsız bir organizasyonun (UNICEF’in) gözünden bakınca- çocuklarımız gerçekten göz bebeğimizmiş gibi mi görünüyor?
Onlar hakikaten hak ettikleri yerdeler mi, yoksa gözbebeklerimizle ilgili gözden geçirmemiz gereken noktalar var mı?
Her sosyal çözümlemede olduğu gibi bu konu üzerine yapılacak bir çözümlemede de duyguları aşıp ‘objektif gerçeğe’ ve yani sayılara, matematiğe, istatistiğe bakmakta yarar var:
Ama öncelikle; çocuk, her yerde çocuk!
Düğünde-bayramda da matemde-cenazede de…
Bir naylon top, bir bez bebek, Finlandiya’da da mutlu edebiliyor çocukları, Türkiye’de de…
Hiroşimalı çocuk da anlam veremiyor bombalara, Filistinli çocuk da…
Ülkelerinin ve ailelerinin ekonomisi nasıl olursa olsun, mutluluğa ulaşmak için yoksul çocukların da kendilerine özgü çok basit formülleri var, zengin çocukların da…
Zengin ya da yoksul bütün çocukların ortak bir yanı daha var: Onlar, insanların tümünün aynı anda ve şu andakinden çok daha mutlu olabildikleri kusursuz bir dünya canlandırıyorlar kafalarında.
Masallardaki gibi…
Küçük Prens’in, Huckleberry Finn’in, Peter Pan’ın, Oliver Twist’in ve bizim hiç büyümeyen sevgili çocuğumuz Keloğlan’ın büyülü dünyasıdır o dünya…
İyi ama…
50 bin yılı aşan insan tarihinin ve artık tükenme noktasına gelmiş bir gezegen artığının üzerine böyle düşsel bir dünya kurmak mümkün mü?
İçimizdeki çocuğu öldürmeden yaşayabilirsek neden olmasın…
Kırk yaşını aşmışken bile insanlarımız, mesela Parlamentomuzun ciddiyet yüklü bahçesinde milletvekillerimiz ve asık suratlı kampüslerinde profesörler, bir dakikalığına işi gücü bırakıp tepelerindeki bulutların aldığı akılalmaz biçimleri çiçek dürbününe bakan afacan bir çocuk gibi hayretle seyredebilirlerse düşlerdeki dünyayı gerçeğe dönüştürmek belki mümkün olabilir.
Biz buna ‘The Curious Case of Benjamin Button Efekti’ diyelim.
Öte yandan; düşünüyorum ki bütün bir ömrü Benjamin Button gibi çocuk kalarak -daha doğrusu gittikçe çocuklaşarak- geçirme fikri, bizim ülkemiz için çok da iyi bir fikir olmayabilir.
Çünkü en başta ‘Çocuk, her yerde çocuk!’ demiş olsam da biliyorum, Türkiye’de çocuk olmak o kadar da kolay bir şey değil. Belki yoksulluğun ve açlığın pençesindeki Afrika’da ya da savaşın yerle bir ettiği Afganistan’da, Bosna’da, Filistin’de, Irak’ta ve şimdi Suriye’de çocuk olmak, ilk bakışta Türkiye’de çocuk olmaktan çok daha zor görünüyor; ama büyüklerin birbirlerini her fırsatta kırdığı, kazıkladığı, aşağıladığı, azarladığı bir ülkede; insanların işe ve aşa erişmek için ölümüne yarışmak zorunda kaldığı merhametsiz bir sosyal coğrafyada çocuk olmak da kendine özgü zorluklar içeriyor...
Tersini düşünüyor olabilirsiniz. Belki sizin çocuklarınızı tehdit eden hiçbir sorun yoktur…
Ben, çocuklarımızın -elbette en başta kızımın ve oğlumun- kendilerini kötü hissetmelerine neden olan çok somut ve çok baskın etkenlerden söz ediyorum:
Türkiye’de çocuk olmak, iyi ya da başarılı çocuk olmak, ‘bilmem hangi sınavda sadece ilk bilmem kaça girince başarılı sayılmak’ demek… Oysa aslında her çocuk ailesinin göz bebeğidir; tartışmasız ‘birincidir’ ve aslında her çocuğu kendi kulvarında birinciliğe eriştirecek bir potansiyel o çocuğun içinde zaten vardır. Her çocuğun içinde ayrı bir zeka türü ve bazen de kolaj zekalar gizliden gizliye devinir, keşfedilmeyi ve yönlendirilmeyi bekler. O gizli potansiyelleri ortaya çıkaramamak, ülkenin ve eğitim sisteminin -ve doğal olarak da ülkeyi yönetenlerin- en önemli sorunudur!
UNICEF, bundan tam sekiz yıl önce çok dramatik bir rapor yayınlamıştı: ‘Türkiye’de Çocukların Durumu (2011)’…
O rapora göre ‘Türkiye’de çocuk olmak, ülkede yoksulluktan en fazla etkilenen nüfus grubu içinde yer almak’ demekti.
Özetin özeti buydu…
Zira Türkiye’de çocuk olmak, ne yazık ki ana-babaların da bilgisi ve rızası dahilinde, sayısı 960 bini aşan ucuz çocuk işçilerden biri olabilme ihtimali demekti… O yıl… 2011’de…
2011’den bugüne rakamların çocuklarımız lehine değiştiğini pek söyleyemiyoruz ne yazık ki… Aksine çocuklarımız aleyhine (yüz binlerce Suriyeli mülteci çocuğun da eklenmesiyle birlikte daha dramatik) bir artış söz konusu. Eğitim-Sen’in geçtiğimiz yıl (2018) 23 Nisan’da açıkladığı rapora göre çocuk işçi sayısı ülkemizde artık 2 milyona dayanmış durumda!
O halde ne yazık ki ‘Türkiye’de çocuk olmak, ülkede yoksulluktan en fazla etkilenen nüfus grubu içinde yer almak’ oluyor hâlâ…
***
UNİCEF ve Eğitim-Sen, o raporları oluştururken Türkiye’ye kötülük etmek amacı gütmüş olabilirler mi?
Ben öyle olduğunu düşünmüyorum; aksine, açılımı Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu olan bağımsız uluslararası kuruluşun, adının gereği olarak, dünyanın geleceğini kuracak çocuklar dünyanın tüm bölgelerinde sorunlardan kurtulsun ve uygarlık topyekün gelişsin diye medeniyet ve insanlık manzarasına bölge ayrımı yapmaksızın ayna tuttuğuna inanıyorum…
Evet, elinde sihirli bir değnek yok, hükumetleri ikna edip savaşları bitiremiyor; ama UNICEF kendisine tanınan misyonla, kendisine sağlanan bir bütçeyle bir çeşit ‘uluslararası Don Kişot’ rolü üstleniyor…
Ama daha etkilisine, daha iyisine ihtiyaç duyduğumuz da kesin.
***
Sonuç olarak; farklı ulusal ya da uluslararası sivil kuruluşların kamuoyuna duyurduğu ve hiçbirisini çocuklarımızın hak etmediği bütün o kötü durumlar, vicdanı hala çalışır halde olan büyükleri mahcup edip harekete geçirmeli; çünkü senelerdir sınavlarla ve bilimdışı elemelerle linç ettiğimiz kuşakları ‘Başka seçeneğimiz yok çocuklar, tüm dünyanın gerçeği bu!’ diye kandıramıyoruz artık. Sosyal medyayı çocuklar biz yetişkinlerden kat kat daha hızlı ve verimli kullanıyorlar. Bizim çocuklar, Finlandiyalı, Alman, Hint, Japon arkadaşlarının Facebook’ta paylaştıkları bizdekinden tamamen farklı konforları, söz gelimi PISA sonuçlarını, IGCSE sertifikalarını, ülkelerin genel eğitim çıktılarının karşılaştırıldığı objektif raporları getirip okulda gözümüze sokuyorlar.
Bunlar ‘görece’ olumsuzluklar; baktığınız açıya bağlı yani.
Fakat öte yandan iyi ki şöyle bir ayrıntı da var hayatımızda:
‘Türkiye’de çocuk olmak’, belki aşılması mümkün engellerden ve ihmallerden olumsuz etkilenmektir ama buna rağmen yine de bir açıdan mutlu çocukları arasında yer almak demektir…
Çünkü bizde onca soruna rağmen bir de ‘23 Nisan faktörü’ var.
Sadece bizde olan bir şey bu: ‘Dünyanın tek çocuk bayramı’…
***
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, çoğu yerde artık görkemli meydan-stadyum-salon törenleriyle kutlanmıyor; ama Atatürk’ün armağanı ‘Çocuk Bayramı’, bugün de milyonlarca çocuk tarafından ve içindeki çocuğu ezmeden, ezdirmeden bugüne eriştirmeyi başarmış milyonlarca yetişkinin himayesinde tıpkı geçmişteki gibi, büyük sevinçle ve coşkuyla karşılanıyor...
Benim bugün gözlemlediğim kadarıyla halk nezdinde ’23 Nisan’ı önemsemeyle ve sahiplenmeyle’ ilgili bir gerileme söz konusu değil. Aksine daha özlü, daha tutkulu, daha da derinleşmiş bir sahip çıkış evlerden sokaklara taşıyor.
Biz her ne kadar ironi yapıp genel durumu Divan Edebiyatının keder aktaran türü ‘mersiye’ ile betimlesek de sonuçta beliren şu gerçek ve ümitvar durum, aslında Halk Edebiyatının sevinç ve iyimserlik yüklü ‘güzelleme’ türüne çok daha uygun düşüyor.
Öyleyse; her şeye rağmen…
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun çocuklar.
Öyle diyoruz…
Ama acaba ne kadar samimiyiz; dışarıdan bakan tarafsız kimselere göre -mesela içinde her milletten ve her dinden gözlemcilerin olduğu ve sırf bu iş için oluşturulmuş bağımsız bir organizasyonun (UNICEF’in) gözünden bakınca- çocuklarımız gerçekten göz bebeğimizmiş gibi mi görünüyor?
Onlar hakikaten hak ettikleri yerdeler mi, yoksa gözbebeklerimizle ilgili gözden geçirmemiz gereken noktalar var mı?
Her sosyal çözümlemede olduğu gibi bu konu üzerine yapılacak bir çözümlemede de duyguları aşıp ‘objektif gerçeğe’ ve yani sayılara, matematiğe, istatistiğe bakmakta yarar var:
Ama öncelikle; çocuk, her yerde çocuk!
Düğünde-bayramda da matemde-cenazede de…
Bir naylon top, bir bez bebek, Finlandiya’da da mutlu edebiliyor çocukları, Türkiye’de de…
Hiroşimalı çocuk da anlam veremiyor bombalara, Filistinli çocuk da…
Ülkelerinin ve ailelerinin ekonomisi nasıl olursa olsun, mutluluğa ulaşmak için yoksul çocukların da kendilerine özgü çok basit formülleri var, zengin çocukların da…
Zengin ya da yoksul bütün çocukların ortak bir yanı daha var: Onlar, insanların tümünün aynı anda ve şu andakinden çok daha mutlu olabildikleri kusursuz bir dünya canlandırıyorlar kafalarında.
Masallardaki gibi…
Küçük Prens’in, Huckleberry Finn’in, Peter Pan’ın, Oliver Twist’in ve bizim hiç büyümeyen sevgili çocuğumuz Keloğlan’ın büyülü dünyasıdır o dünya…
İyi ama…
50 bin yılı aşan insan tarihinin ve artık tükenme noktasına gelmiş bir gezegen artığının üzerine böyle düşsel bir dünya kurmak mümkün mü?
İçimizdeki çocuğu öldürmeden yaşayabilirsek neden olmasın…
Kırk yaşını aşmışken bile insanlarımız, mesela Parlamentomuzun ciddiyet yüklü bahçesinde milletvekillerimiz ve asık suratlı kampüslerinde profesörler, bir dakikalığına işi gücü bırakıp tepelerindeki bulutların aldığı akılalmaz biçimleri çiçek dürbününe bakan afacan bir çocuk gibi hayretle seyredebilirlerse düşlerdeki dünyayı gerçeğe dönüştürmek belki mümkün olabilir.
Biz buna ‘The Curious Case of Benjamin Button Efekti’ diyelim.
Öte yandan; düşünüyorum ki bütün bir ömrü Benjamin Button gibi çocuk kalarak -daha doğrusu gittikçe çocuklaşarak- geçirme fikri, bizim ülkemiz için çok da iyi bir fikir olmayabilir.
Çünkü en başta ‘Çocuk, her yerde çocuk!’ demiş olsam da biliyorum, Türkiye’de çocuk olmak o kadar da kolay bir şey değil. Belki yoksulluğun ve açlığın pençesindeki Afrika’da ya da savaşın yerle bir ettiği Afganistan’da, Bosna’da, Filistin’de, Irak’ta ve şimdi Suriye’de çocuk olmak, ilk bakışta Türkiye’de çocuk olmaktan çok daha zor görünüyor; ama büyüklerin birbirlerini her fırsatta kırdığı, kazıkladığı, aşağıladığı, azarladığı bir ülkede; insanların işe ve aşa erişmek için ölümüne yarışmak zorunda kaldığı merhametsiz bir sosyal coğrafyada çocuk olmak da kendine özgü zorluklar içeriyor...
Tersini düşünüyor olabilirsiniz. Belki sizin çocuklarınızı tehdit eden hiçbir sorun yoktur…
Ben, çocuklarımızın -elbette en başta kızımın ve oğlumun- kendilerini kötü hissetmelerine neden olan çok somut ve çok baskın etkenlerden söz ediyorum:
Türkiye’de çocuk olmak, iyi ya da başarılı çocuk olmak, ‘bilmem hangi sınavda sadece ilk bilmem kaça girince başarılı sayılmak’ demek… Oysa aslında her çocuk ailesinin göz bebeğidir; tartışmasız ‘birincidir’ ve aslında her çocuğu kendi kulvarında birinciliğe eriştirecek bir potansiyel o çocuğun içinde zaten vardır. Her çocuğun içinde ayrı bir zeka türü ve bazen de kolaj zekalar gizliden gizliye devinir, keşfedilmeyi ve yönlendirilmeyi bekler. O gizli potansiyelleri ortaya çıkaramamak, ülkenin ve eğitim sisteminin -ve doğal olarak da ülkeyi yönetenlerin- en önemli sorunudur!
UNICEF, bundan tam sekiz yıl önce çok dramatik bir rapor yayınlamıştı: ‘Türkiye’de Çocukların Durumu (2011)’…
O rapora göre ‘Türkiye’de çocuk olmak, ülkede yoksulluktan en fazla etkilenen nüfus grubu içinde yer almak’ demekti.
Özetin özeti buydu…
Zira Türkiye’de çocuk olmak, ne yazık ki ana-babaların da bilgisi ve rızası dahilinde, sayısı 960 bini aşan ucuz çocuk işçilerden biri olabilme ihtimali demekti… O yıl… 2011’de…
2011’den bugüne rakamların çocuklarımız lehine değiştiğini pek söyleyemiyoruz ne yazık ki… Aksine çocuklarımız aleyhine (yüz binlerce Suriyeli mülteci çocuğun da eklenmesiyle birlikte daha dramatik) bir artış söz konusu. Eğitim-Sen’in geçtiğimiz yıl (2018) 23 Nisan’da açıkladığı rapora göre çocuk işçi sayısı ülkemizde artık 2 milyona dayanmış durumda!
O halde ne yazık ki ‘Türkiye’de çocuk olmak, ülkede yoksulluktan en fazla etkilenen nüfus grubu içinde yer almak’ oluyor hâlâ…
***
UNİCEF ve Eğitim-Sen, o raporları oluştururken Türkiye’ye kötülük etmek amacı gütmüş olabilirler mi?
Ben öyle olduğunu düşünmüyorum; aksine, açılımı Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu olan bağımsız uluslararası kuruluşun, adının gereği olarak, dünyanın geleceğini kuracak çocuklar dünyanın tüm bölgelerinde sorunlardan kurtulsun ve uygarlık topyekün gelişsin diye medeniyet ve insanlık manzarasına bölge ayrımı yapmaksızın ayna tuttuğuna inanıyorum…
Evet, elinde sihirli bir değnek yok, hükumetleri ikna edip savaşları bitiremiyor; ama UNICEF kendisine tanınan misyonla, kendisine sağlanan bir bütçeyle bir çeşit ‘uluslararası Don Kişot’ rolü üstleniyor…
Ama daha etkilisine, daha iyisine ihtiyaç duyduğumuz da kesin.
***
Sonuç olarak; farklı ulusal ya da uluslararası sivil kuruluşların kamuoyuna duyurduğu ve hiçbirisini çocuklarımızın hak etmediği bütün o kötü durumlar, vicdanı hala çalışır halde olan büyükleri mahcup edip harekete geçirmeli; çünkü senelerdir sınavlarla ve bilimdışı elemelerle linç ettiğimiz kuşakları ‘Başka seçeneğimiz yok çocuklar, tüm dünyanın gerçeği bu!’ diye kandıramıyoruz artık. Sosyal medyayı çocuklar biz yetişkinlerden kat kat daha hızlı ve verimli kullanıyorlar. Bizim çocuklar, Finlandiyalı, Alman, Hint, Japon arkadaşlarının Facebook’ta paylaştıkları bizdekinden tamamen farklı konforları, söz gelimi PISA sonuçlarını, IGCSE sertifikalarını, ülkelerin genel eğitim çıktılarının karşılaştırıldığı objektif raporları getirip okulda gözümüze sokuyorlar.
Bunlar ‘görece’ olumsuzluklar; baktığınız açıya bağlı yani.
Fakat öte yandan iyi ki şöyle bir ayrıntı da var hayatımızda:
‘Türkiye’de çocuk olmak’, belki aşılması mümkün engellerden ve ihmallerden olumsuz etkilenmektir ama buna rağmen yine de bir açıdan mutlu çocukları arasında yer almak demektir…
Çünkü bizde onca soruna rağmen bir de ‘23 Nisan faktörü’ var.
Sadece bizde olan bir şey bu: ‘Dünyanın tek çocuk bayramı’…
***
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, çoğu yerde artık görkemli meydan-stadyum-salon törenleriyle kutlanmıyor; ama Atatürk’ün armağanı ‘Çocuk Bayramı’, bugün de milyonlarca çocuk tarafından ve içindeki çocuğu ezmeden, ezdirmeden bugüne eriştirmeyi başarmış milyonlarca yetişkinin himayesinde tıpkı geçmişteki gibi, büyük sevinçle ve coşkuyla karşılanıyor...
Benim bugün gözlemlediğim kadarıyla halk nezdinde ’23 Nisan’ı önemsemeyle ve sahiplenmeyle’ ilgili bir gerileme söz konusu değil. Aksine daha özlü, daha tutkulu, daha da derinleşmiş bir sahip çıkış evlerden sokaklara taşıyor.
Biz her ne kadar ironi yapıp genel durumu Divan Edebiyatının keder aktaran türü ‘mersiye’ ile betimlesek de sonuçta beliren şu gerçek ve ümitvar durum, aslında Halk Edebiyatının sevinç ve iyimserlik yüklü ‘güzelleme’ türüne çok daha uygun düşüyor.
Öyleyse; her şeye rağmen…
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun çocuklar.