Sivaslı ozan -ve bence daha çok filozof- Aşık Veysel Şatıroğlu ile Malagalı ressam -ve bence daha çok ozan- Pablo Picasso’nun, evrensel değere sahip birer büyük sanatçı oluşları dışında iki ortak yönleri daha var: İkisi de bugün, 25 Ekim’de dünyaya gelmişler.
Ve aynı yıl, 1973’te dünyadan göçmüşler…
1881’in 25 Ekim’inde doğmuş Picasso, 1894’ün 25 Ekim’inde doğmuş Veysel’den 13 yıl daha erken ‘Merhaba!’ demiş dünyaya…
Bu neyi değiştirir bilmiyorum ama…
79 yaşında kendi ışıksız -ve fakat rengârenk- dünyasına veda eden Veysel’in de; 92 yaşında büyüleyici renklerden müteşekkil -ve fakat kübizmle kasten paramparça edilmiş, intikam alınmış- bir dünyaya veda eden Picasso’nun da dünyadan aynı yıl, 1973’te göçmüş bilgeler olarak bize aynı mesajı verdiklerini düşünüyorum:
İnsanları seveceksin!
Ne olursa olsun…
Sesle ya da boyayla; müzikle ya da resimle; hangi teknikle, hangi malzemeyle oluşturulursa oluşturulsun; zamanın, mekânın, sınırların, dillerin ve etnik köklerin çok ilerisinde, çok üzerinde, harikulâde bir mesajdır bu.
***
‘Bir çocuk gibi resim yapabilmeyi öğrenmek, bütün ömrümü aldı’ demiş Picasso.
Ya da tam adıyla ‘Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno Maria de los Remedios Ciprianu de la Santisima Trinidad Ruiz y Picasso’…
Evet, tartışmasız dünyanın en uzun adlı sanatçısı...
Ama verdiği mesaj, kısa, net ve çok yalın:
Çocukluğumuz, hayat yolculuğunun başı değil, sonu olmalıdır!
Dünya o zaman güzelleşir.
***
‘Aldanma cahilin kuru lafına, kültürsüz insanın kulu yalandır.
Hükmetse dünyanın her tarafına; arzusu, hedefi, yolu yalandır…’
demiş Veysel.
Henüz ufacık bir çocuk iken iki kardeşini ve iki gözünü çiçek hastalığına kurban veren; çocukluğu boyunca yaşadığı türlü yıkımlardan sonra babasının bir köşeye çekilip kendi kendine oyalansın diye eline tutuşturduğu sazı dünyanın kapısını açmak için büyülü bir anahtara dönüştüren; sonrasında ise ünlü ozan Ahmet Kutsi Tecer ile tanışıp, ünlenip ulusal bir değere dönüşen ama hiçbir zaman ününün altında ezilmeyen, hiç kibire kapılmayan, özünü yitirmeyen Veysel…
Evet, tartışmasız en acıklı ama en harikulâde sanatçı biyografilerinden biridir onunki…
Vardığı nokta, bütün sanatçıların varış noktasının sanki birazcık daha ileridedir:
Bilgi ve sevgi, iyi hikâyelerin nesnesi değil, öznesi ya da yüklemidir!
Yoksa hikâye de boş türkü de…
Ve şiir de…
Hatta hayatın kendisi bile…
***
Ah, nereden nereye…
Neyse;
İyi ki doğmuş Veysel!
İyi ki doğmuş Picasso!
Hani belki bazıları ‘Biri bizim, öbürü ecnebilerin’ filan diyorsa buna pek aldırış etmeyin; çünkü aslında ikisi de artık insanlığa, uygarlığa ait birer değer!
Türklerin ya da İspanyolların, Müslümanların ya da Hıristiyanların değil; insan uygarlığının özel varlıklarıdır onlar.
İyi ki doğmuşlar…
Ve iyi ki biri, beğenmediğimiz, adaletsiz bulduğumuz, eleştirdiğimiz dünyayı -en azından tual üzerinde- darmadağın etmeyi öğretmiş ve diğeri, sadece bilgiyi ve sevgiyi kuşanarak karanlık bir dünyayı aydınlatabileceğimizi göstermiş bize.
İkisi de Don Kişot gibi.
İyi ki!..
Ve aynı yıl, 1973’te dünyadan göçmüşler…
1881’in 25 Ekim’inde doğmuş Picasso, 1894’ün 25 Ekim’inde doğmuş Veysel’den 13 yıl daha erken ‘Merhaba!’ demiş dünyaya…
Bu neyi değiştirir bilmiyorum ama…
79 yaşında kendi ışıksız -ve fakat rengârenk- dünyasına veda eden Veysel’in de; 92 yaşında büyüleyici renklerden müteşekkil -ve fakat kübizmle kasten paramparça edilmiş, intikam alınmış- bir dünyaya veda eden Picasso’nun da dünyadan aynı yıl, 1973’te göçmüş bilgeler olarak bize aynı mesajı verdiklerini düşünüyorum:
İnsanları seveceksin!
Ne olursa olsun…
Sesle ya da boyayla; müzikle ya da resimle; hangi teknikle, hangi malzemeyle oluşturulursa oluşturulsun; zamanın, mekânın, sınırların, dillerin ve etnik köklerin çok ilerisinde, çok üzerinde, harikulâde bir mesajdır bu.
***
‘Bir çocuk gibi resim yapabilmeyi öğrenmek, bütün ömrümü aldı’ demiş Picasso.
Ya da tam adıyla ‘Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno Maria de los Remedios Ciprianu de la Santisima Trinidad Ruiz y Picasso’…
Evet, tartışmasız dünyanın en uzun adlı sanatçısı...
Ama verdiği mesaj, kısa, net ve çok yalın:
Çocukluğumuz, hayat yolculuğunun başı değil, sonu olmalıdır!
Dünya o zaman güzelleşir.
***
‘Aldanma cahilin kuru lafına, kültürsüz insanın kulu yalandır.
Hükmetse dünyanın her tarafına; arzusu, hedefi, yolu yalandır…’
demiş Veysel.
Henüz ufacık bir çocuk iken iki kardeşini ve iki gözünü çiçek hastalığına kurban veren; çocukluğu boyunca yaşadığı türlü yıkımlardan sonra babasının bir köşeye çekilip kendi kendine oyalansın diye eline tutuşturduğu sazı dünyanın kapısını açmak için büyülü bir anahtara dönüştüren; sonrasında ise ünlü ozan Ahmet Kutsi Tecer ile tanışıp, ünlenip ulusal bir değere dönüşen ama hiçbir zaman ününün altında ezilmeyen, hiç kibire kapılmayan, özünü yitirmeyen Veysel…
Evet, tartışmasız en acıklı ama en harikulâde sanatçı biyografilerinden biridir onunki…
Vardığı nokta, bütün sanatçıların varış noktasının sanki birazcık daha ileridedir:
Bilgi ve sevgi, iyi hikâyelerin nesnesi değil, öznesi ya da yüklemidir!
Yoksa hikâye de boş türkü de…
Ve şiir de…
Hatta hayatın kendisi bile…
***
Ah, nereden nereye…
Neyse;
İyi ki doğmuş Veysel!
İyi ki doğmuş Picasso!
Hani belki bazıları ‘Biri bizim, öbürü ecnebilerin’ filan diyorsa buna pek aldırış etmeyin; çünkü aslında ikisi de artık insanlığa, uygarlığa ait birer değer!
Türklerin ya da İspanyolların, Müslümanların ya da Hıristiyanların değil; insan uygarlığının özel varlıklarıdır onlar.
İyi ki doğmuşlar…
Ve iyi ki biri, beğenmediğimiz, adaletsiz bulduğumuz, eleştirdiğimiz dünyayı -en azından tual üzerinde- darmadağın etmeyi öğretmiş ve diğeri, sadece bilgiyi ve sevgiyi kuşanarak karanlık bir dünyayı aydınlatabileceğimizi göstermiş bize.
İkisi de Don Kişot gibi.
İyi ki!..