Yanlışları gidermek, özellikle de her gün işlenen irili ufaklı yüzlerce, binlerce suçun önüne geçmek ve nihayet kalıcı toplumsal huzuru temin etmek söz konusu olduğunda şu ikisinden hangisi size daha mantıklı gözüküyor:
‘Cezalandırıcı sistem’ mi, yoksa ‘onarıcı adalet’ mi?
Bir çözüm yolu olarak hangisine odaklanılmalı?
★★
Bu zor ama doğurgan soruya birlikte anıt ararken ben size bildiğim alandan, eğitimden ve okullardan söz edeyim ama siz, işitmenin dışında beyninizin başka bir tarafıyla da okulların dışını, sokağı, mahalleyi, kurumları, işletmeleri hesaba katarak daha geniş açıyla düşünün lütfen. Hayat oralarda çok daha yüksek debiyle akıyor çünkü. Oralarda esas biçimini alıyor.
Peki, buyrun, esas soruya dönüp baştan başlayalım:
‘Cezalandırıcı sistem’ mi, yoksa ‘onarıcı adalet’ mi? Makul ve etkili olan hangisi?
Birincisinde -cezalandırıcı sistemde yani- öncelik, hatta neredeyse tüm reaksiyon süreci, mağdur edenin (zanlının) ortadaki suçu işlediğini kanıtlamak ve onu cezalandırmaktan ibarettir. Sokak jargonuyla ‘ibreti alem’ meselesi...
İntikam hırsı ya da kamu vicdanını rahatlatma önceliği (!?) öylesine baskındır ki bu yaklaşım birçok kez ‘masumiyet karinesininin’ (suçu kanıtlanıncaya dek herkesin masum sayılacağı ilkesinin) ihlal edilmesine yol açar!
İkincisinde -ve yani onarıcı adalette- ise; evet adaletin yerini bulması öncelik taşımakla birlikte mağduru psiko-sosyal açıdan rehabilite etmek ve keza eşzamanlı olarak mağdur edeni de kazanmak; suçun bir daha yinelenmemesini sağlamak öncelik kazanır. Bunun için detaylandırılmış önlemler, dizi girişimler, açık ya da kapalı uçlu güvenlik yöntemleri devreye girer.
Bundan başka da;
★★
Hepsini bir biçimde işitmişsinizdir; ama muhtemelen bu bağlamda şu ana kadar çok da duymadığınız iki uygulamayı, iki öneriyi ele alalım şimdi.
Az önce dediğim gibi ben size eğitimden ve okullardan söz edeyim, siz sokağı, mahalleyi, kurumları, işletmeleri de düşünerek açınızı genişletin:
Evet, eğer onarıcı adaleti önemsiyor ve onun sosyal yaşamımızda öncelik kazanmasını istiyorsanız -ki yüzde yüz ben bu taraftayım- o zaman değerli eğitimciler, bu yaklaşımı toplumun genel kültürüne dönüştürebilmek için okullarda lütfen şunları yapın:
Nasıl mı?
Sorun sorgulamalarında mağdur eden çocuğun yakın arkadaşını, onu savunup duygusal açıdan etkileyebilecek kişiyi de sorgulamalarda bulundurun ve ona sorun:
-Arkadaşının en iyi yanı ne?
-Bu olay, onun gerçek karakterini mi yansıtıyor, yoksa genel karaktere uymayan bir davranış mı?
Bu, aslında okulların, sınıfların dışında devinen yaşamda ve yargı sisteminde de uygulansa ne iyi olur, değil mi?
Bu ifadelerimden sonra benim ‘suçludan yana olduğumu’ düşünebilirsiniz belki; ama hem hukukçuların o yöndeki tespitini haklı gören hem de 90’lı yıllarda bir hapishanede sanat ve estetik kursu vermiş ve onlarca mahkumla dolaylı mülakatlar yapmış biri olarak teyit ediyorum ki ‘hapishaneler cani tecavüzcüler ve acımasız dolandırıcılar kadar aslında masum insanlarla da dolu’...
Böyle olmasının önüne nasıl geçilir?
İşte bu da kırk bin yıllık bir soru!..
Denemekten korkmayın. Merak etmeyin, sosyometrik uygulamalar sizi ya da okulunuzu rezil etmezler, aksine yolunuzu aydınlatırlar.
Tabii bu kültürün okulda birisi, mesela bir yönetici tarafından önemsenmesi yetmez; okul kültürünün, kimyasının gerçeğe ulaşmada daima bu yolu benimsiyor olması gerekir.
★★
Hani sanki biraz ‘Bundan bana ne, başkaları zaten ilgileniyor böyle işlerle’ dediğimiz türden bir konuya değindik.
Öyle mi hissettirdim size?
Eğer öyleyse Milattan Sonra 121 yılında doğup 180 yılında ölmüş bir filozof imparatorun, Marcus Aurelius’un, iki milenyumun içinden geçmiş muhteşem sözüne kulak vererek bitirelim:
“Sabahları yataktan çıkmayı, gün içinde iş yapmayı canın istemiyorsa şunu hatırla: İnsanlık görevi için kalkıyorum. Eğer bunun için doğduysam, bunun için dünyaya gönderildiysem niye yakınıp huysuzlanıyorum ki? Çarşaflara sarılıp kendimi ısıtayım diye mi yaratıldım?..”
Öyle olmadığına inanıyorsak; cezalandırıcı sistem ile onarıcı adalet arasındaki tercihte sorumluluk üstlenmek ve topluma yön vermeye çalışmak, mesela okullarda bu bağlamdaki değişim tetiklemek, varlığımızı biraz daha anlamlı kılabilir.
Öyleyse yanıtını size bırakarak son soruyu soruyorum:
21’inci yüzyıl Türkiye’sinde hangisi egemen, ‘cezalandırıcı sistem’ mi, yoksa ‘onarıcı adalet’ mi?
Buyrun...
‘Cezalandırıcı sistem’ mi, yoksa ‘onarıcı adalet’ mi?
Bir çözüm yolu olarak hangisine odaklanılmalı?
★★
Bu zor ama doğurgan soruya birlikte anıt ararken ben size bildiğim alandan, eğitimden ve okullardan söz edeyim ama siz, işitmenin dışında beyninizin başka bir tarafıyla da okulların dışını, sokağı, mahalleyi, kurumları, işletmeleri hesaba katarak daha geniş açıyla düşünün lütfen. Hayat oralarda çok daha yüksek debiyle akıyor çünkü. Oralarda esas biçimini alıyor.
Peki, buyrun, esas soruya dönüp baştan başlayalım:
‘Cezalandırıcı sistem’ mi, yoksa ‘onarıcı adalet’ mi? Makul ve etkili olan hangisi?
Birincisinde -cezalandırıcı sistemde yani- öncelik, hatta neredeyse tüm reaksiyon süreci, mağdur edenin (zanlının) ortadaki suçu işlediğini kanıtlamak ve onu cezalandırmaktan ibarettir. Sokak jargonuyla ‘ibreti alem’ meselesi...
İntikam hırsı ya da kamu vicdanını rahatlatma önceliği (!?) öylesine baskındır ki bu yaklaşım birçok kez ‘masumiyet karinesininin’ (suçu kanıtlanıncaya dek herkesin masum sayılacağı ilkesinin) ihlal edilmesine yol açar!
İkincisinde -ve yani onarıcı adalette- ise; evet adaletin yerini bulması öncelik taşımakla birlikte mağduru psiko-sosyal açıdan rehabilite etmek ve keza eşzamanlı olarak mağdur edeni de kazanmak; suçun bir daha yinelenmemesini sağlamak öncelik kazanır. Bunun için detaylandırılmış önlemler, dizi girişimler, açık ya da kapalı uçlu güvenlik yöntemleri devreye girer.
Bundan başka da;
- Cezalandırıcı sistem yolun başında ‘Kanunlar ihlal edildi mi? Nerede, ne kadar ihlal söz konusu’ sorusuna odaklanırken onarıcı adalet ise ‘Kim, nasıl, ne kadar zarar gördü? Tazmin yolları neler?’ sorularına odaklanır.
- Aşamalar geçildikçe cezalandırıcı sistem ‘Failin cezası ne olacak?’ sorusunun yanıtına yönelirken onarıcı adalet ‘Şimdi ortaya çıkan ihtiyaçlar -söz gelimi uygulanacak ve belki de yaygınlaştırılacak eğitimler- kimin sorumluluğundadır? Nasıl gerçekleştirilecekler?’ sorularına yanıt aramaya başlar.
★★
Hepsini bir biçimde işitmişsinizdir; ama muhtemelen bu bağlamda şu ana kadar çok da duymadığınız iki uygulamayı, iki öneriyi ele alalım şimdi.
Az önce dediğim gibi ben size eğitimden ve okullardan söz edeyim, siz sokağı, mahalleyi, kurumları, işletmeleri de düşünerek açınızı genişletin:
Evet, eğer onarıcı adaleti önemsiyor ve onun sosyal yaşamımızda öncelik kazanmasını istiyorsanız -ki yüzde yüz ben bu taraftayım- o zaman değerli eğitimciler, bu yaklaşımı toplumun genel kültürüne dönüştürebilmek için okullarda lütfen şunları yapın:
- Barış odası kurun... Okulda evet, ilk fırsatta yapın bunu lütfen!
- Yine okulunuzda sıklıkla duyuşsal (limbik sisteme seslenen) afişler oluşturun ve bunları en efektif ortamlara -özellikle de öğretmenlerin pek sık uğramadığı, öğrencilerin daha mahrem saydıkları ve tabii maalesef zorbalığın da en çok gerçekleştiği yerlere- asın...
- Birini gerçekten kazanmak istiyorsanız ‘onun kendini savunma hakkına’ saygı duyun!
Nasıl mı?
Sorun sorgulamalarında mağdur eden çocuğun yakın arkadaşını, onu savunup duygusal açıdan etkileyebilecek kişiyi de sorgulamalarda bulundurun ve ona sorun:
-Arkadaşının en iyi yanı ne?
-Bu olay, onun gerçek karakterini mi yansıtıyor, yoksa genel karaktere uymayan bir davranış mı?
Bu, aslında okulların, sınıfların dışında devinen yaşamda ve yargı sisteminde de uygulansa ne iyi olur, değil mi?
Bu ifadelerimden sonra benim ‘suçludan yana olduğumu’ düşünebilirsiniz belki; ama hem hukukçuların o yöndeki tespitini haklı gören hem de 90’lı yıllarda bir hapishanede sanat ve estetik kursu vermiş ve onlarca mahkumla dolaylı mülakatlar yapmış biri olarak teyit ediyorum ki ‘hapishaneler cani tecavüzcüler ve acımasız dolandırıcılar kadar aslında masum insanlarla da dolu’...
Böyle olmasının önüne nasıl geçilir?
İşte bu da kırk bin yıllık bir soru!..
- Akran arabulucuğunun sihirli etkilerinden yararlanın... Bu bağlamda okulda en çok hangi disiplin sorunlarının yaşandığı ve onları çözebilme, uzlaştırma potansiyeline okulda kimlerin, hangi öğrencilerin sahip olduğu bilinmelisiniz. Hemen kararsızlığa düşmeyin; sosyometri (sevilenler anketi mesela), doğru kişileri belirlemekte en akılcı yöntemlerden biridir.
Denemekten korkmayın. Merak etmeyin, sosyometrik uygulamalar sizi ya da okulunuzu rezil etmezler, aksine yolunuzu aydınlatırlar.
Tabii bu kültürün okulda birisi, mesela bir yönetici tarafından önemsenmesi yetmez; okul kültürünün, kimyasının gerçeğe ulaşmada daima bu yolu benimsiyor olması gerekir.
★★
Hani sanki biraz ‘Bundan bana ne, başkaları zaten ilgileniyor böyle işlerle’ dediğimiz türden bir konuya değindik.
Öyle mi hissettirdim size?
Eğer öyleyse Milattan Sonra 121 yılında doğup 180 yılında ölmüş bir filozof imparatorun, Marcus Aurelius’un, iki milenyumun içinden geçmiş muhteşem sözüne kulak vererek bitirelim:
“Sabahları yataktan çıkmayı, gün içinde iş yapmayı canın istemiyorsa şunu hatırla: İnsanlık görevi için kalkıyorum. Eğer bunun için doğduysam, bunun için dünyaya gönderildiysem niye yakınıp huysuzlanıyorum ki? Çarşaflara sarılıp kendimi ısıtayım diye mi yaratıldım?..”
Öyle olmadığına inanıyorsak; cezalandırıcı sistem ile onarıcı adalet arasındaki tercihte sorumluluk üstlenmek ve topluma yön vermeye çalışmak, mesela okullarda bu bağlamdaki değişim tetiklemek, varlığımızı biraz daha anlamlı kılabilir.
Öyleyse yanıtını size bırakarak son soruyu soruyorum:
21’inci yüzyıl Türkiye’sinde hangisi egemen, ‘cezalandırıcı sistem’ mi, yoksa ‘onarıcı adalet’ mi?
Buyrun...