“İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur. Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar. Ey Muhammed! De ki: Küfrünle biraz eğlenedur; çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin!” (Zümer 8)
Zümer suresinin dokuzuncu ve onuncu ayetleriyse şöyledir: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse o inkârcı gibi midir? Resûlüm! De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür. Resûlüm! Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.”
İnsan çıkarcıdır, nankördür. İnsanın bu özelliği birbirine karşı takınılan tutum ve davranışlarla bariz şekilde ortaya çıktığı gibi, Yaratıcıyla olan ilişkilerde de apaçık görülür. Birazcık objektif davranmakla her insan kendi nefsinde ve diğer nefislerle olan ilişkisinde, bu nankörlüğü ve çıkarcılığı görür. Kendisi çıkarcı ve nankör olabildiği gibi, ilişki kurduğu insanlar da kendisine karşı nankör ve çıkarcı olabilirler.
İman eden iman etmeyen her insanda böyle bir tabiat vardır denilebilir. Özellikle inançları olmayan yahut zayıf inanca sahip olanlar, başlarına hastalık yahut adli bir olay geldiğinde, itikatlarında derhal bir güçlenme ortaya çıkar. Yaratıcıyı anımsayıp sağlıklarına kavuşabilmek yahut sıkıntılı halleri ne ise, ondan kurtulmak gayesiyle yalvarıp yakarırlar. Durumları düzelip kötü halden iyi hale geçince bu değişimi Allah’tan bilmez de beylerden, ağalardan, politikacılardan, bürokratlardan, dini şahsiyetlerden vb. insanlardan bilirler, onları kullukça duygularla anarlar; falan filan araya girdi de bu dertten kurtulduk diye minnet izhar ederler. İşte bu durum bir dalalettir: kişi sebebi görüp müsebbibi görmemiştir; sebepleri ilah yerine koymuştur, böylece nankörlük ve çıkarcılıkla hareket etmiştir.
Allah Teâla bu tür bir psikolojiyle hareket eden insanları tasvip etmemektedir. İyi günlerini Allah’tan bilip iman ve amel sahibi bir kul olarak yaşayan bahtiyarlar, kötü günlerini de birer imtihan sayar, sebeplerin sonucunu Allah’tan bilerek hareket ederler. Bunun aksi davranış münafıklık hatta şirktir. Münafıklar ve müşrikler kendi başlarına yardımsız bırakılırlar.
Zümer suresinin dokuz ve onuncu ayetleri bu bağlamda ikazlarla doludur: Rabbimiz iman edenle etmeyeni, amel sahibiyle amelsizi, iyi ile kötüyü katiyen ayıracaktır. Bilgisi, görgüsü, çoluk çocuğu, malı mülkü, parası pulu olduğu halde bu nimetleri kendinden ve çevresindekilerden bilen insanlar cahil kimselerdir. Onlar, Allah’a gönülden kulluk etmeyerek, tabiri caizse, gırtlaklarına kadar dünyaya batmışlardır. Gerçek ilimleri ve görgüleri olsaydı neye gark olduklarını görüp ahretlerini kurtarmak üzere harekete geçerlerdi; ama onların, çıkarcılık zamanları hariç, ne Allah ne ahiret ne cennet ne de cehennem pek akıllarına gelmez.
Öte yandan Allah’ın arzı da geniştir; insan maddi ve manevi olarak daha iyi şartlarda yaşamak üzere hicret de edebilir. Her durumda kalbi, Rahman ve Rahim olan Rabbe bağlamak ve öylece hareket etmek esastır. Aksi tutum sorunların artması ve her iki hayatın tehdit altına girmesinden ibaret olacaktır.
Sonuç: İyi günde kötü günde Allah’a gönülden kulluk edenle O’na karşı nankörce davranan Allah katında bir değildir. Birinci kişi her durumda Allah’a yönelmenin bir neticesi olarak cennete girerken; ikinci kişi Allah’a samimi yönelmemenin -sebepleri görüp sebeplerle iş gören Rabbi görmememe yüzünden- ceza çekmek üzere cehenneme gidecektir.
Zümer suresinin dokuzuncu ve onuncu ayetleriyse şöyledir: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse o inkârcı gibi midir? Resûlüm! De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür. Resûlüm! Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.”
İnsan çıkarcıdır, nankördür. İnsanın bu özelliği birbirine karşı takınılan tutum ve davranışlarla bariz şekilde ortaya çıktığı gibi, Yaratıcıyla olan ilişkilerde de apaçık görülür. Birazcık objektif davranmakla her insan kendi nefsinde ve diğer nefislerle olan ilişkisinde, bu nankörlüğü ve çıkarcılığı görür. Kendisi çıkarcı ve nankör olabildiği gibi, ilişki kurduğu insanlar da kendisine karşı nankör ve çıkarcı olabilirler.
İman eden iman etmeyen her insanda böyle bir tabiat vardır denilebilir. Özellikle inançları olmayan yahut zayıf inanca sahip olanlar, başlarına hastalık yahut adli bir olay geldiğinde, itikatlarında derhal bir güçlenme ortaya çıkar. Yaratıcıyı anımsayıp sağlıklarına kavuşabilmek yahut sıkıntılı halleri ne ise, ondan kurtulmak gayesiyle yalvarıp yakarırlar. Durumları düzelip kötü halden iyi hale geçince bu değişimi Allah’tan bilmez de beylerden, ağalardan, politikacılardan, bürokratlardan, dini şahsiyetlerden vb. insanlardan bilirler, onları kullukça duygularla anarlar; falan filan araya girdi de bu dertten kurtulduk diye minnet izhar ederler. İşte bu durum bir dalalettir: kişi sebebi görüp müsebbibi görmemiştir; sebepleri ilah yerine koymuştur, böylece nankörlük ve çıkarcılıkla hareket etmiştir.
Allah Teâla bu tür bir psikolojiyle hareket eden insanları tasvip etmemektedir. İyi günlerini Allah’tan bilip iman ve amel sahibi bir kul olarak yaşayan bahtiyarlar, kötü günlerini de birer imtihan sayar, sebeplerin sonucunu Allah’tan bilerek hareket ederler. Bunun aksi davranış münafıklık hatta şirktir. Münafıklar ve müşrikler kendi başlarına yardımsız bırakılırlar.
Zümer suresinin dokuz ve onuncu ayetleri bu bağlamda ikazlarla doludur: Rabbimiz iman edenle etmeyeni, amel sahibiyle amelsizi, iyi ile kötüyü katiyen ayıracaktır. Bilgisi, görgüsü, çoluk çocuğu, malı mülkü, parası pulu olduğu halde bu nimetleri kendinden ve çevresindekilerden bilen insanlar cahil kimselerdir. Onlar, Allah’a gönülden kulluk etmeyerek, tabiri caizse, gırtlaklarına kadar dünyaya batmışlardır. Gerçek ilimleri ve görgüleri olsaydı neye gark olduklarını görüp ahretlerini kurtarmak üzere harekete geçerlerdi; ama onların, çıkarcılık zamanları hariç, ne Allah ne ahiret ne cennet ne de cehennem pek akıllarına gelmez.
Öte yandan Allah’ın arzı da geniştir; insan maddi ve manevi olarak daha iyi şartlarda yaşamak üzere hicret de edebilir. Her durumda kalbi, Rahman ve Rahim olan Rabbe bağlamak ve öylece hareket etmek esastır. Aksi tutum sorunların artması ve her iki hayatın tehdit altına girmesinden ibaret olacaktır.
Sonuç: İyi günde kötü günde Allah’a gönülden kulluk edenle O’na karşı nankörce davranan Allah katında bir değildir. Birinci kişi her durumda Allah’a yönelmenin bir neticesi olarak cennete girerken; ikinci kişi Allah’a samimi yönelmemenin -sebepleri görüp sebeplerle iş gören Rabbi görmememe yüzünden- ceza çekmek üzere cehenneme gidecektir.