Bakara 35’de bildirildiği üzere yaratılıp eğitildikten sonra cennete konulan Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva’ya Rabbimiz şu emri verdi: “Biz, Ey Âdem! Sen ve Havva beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük etmiş zalimlerden olursunuz, dedik.” Gerisi malum; cennetin yenilmesi haram kılınan meyvesi yenildi. “Andolsun biz, daha önce de Âdem’e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.” (Tâ-Hâ 115); “Derken şeytan onun aklını karıştırıp ‘Ey Âdem!’ dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?” (Tâ-Hâ 120); “Nihayet ondan yediler… Bu suretle Âdem Rabbine asi olup yolunu şaşırdı.” (Tâ-Hâ 121) Evet, şeytan ve nefs şeytanı ilk atalarımızı günaha sevk etti; bir yemişle Allah’ın sınamasına yenik düştüler! ‘Yaklaşmayın!’ emrine muhalefet etmelerinin cezası olarak cennetten çıkarıldılar.
Kuran’da, ilginç bir ‘denenme’ de Bakara suresi 249. ayette açıklanmıştır: “Talût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler.” Talût’un sabretmeyen adamları da imtihanı kaybetti. Oysa sabır zorluktan kurtuluşun anahtarıydı. Sabırsızlar amaçlarına ulaşamazlar. Nefislerine, hırslarına yenik düşen ve ilahî sınırları ihlal edenler, her iki âlemde de kurtuluşu elden kaçırmış olurlar. Allah’ın yardımı, emirlerine itaat edilmesiyle ortaya çıkar, gazabı da ihlal edilmesiyle.
Bir önceki yazıda (482. FİKİR) ele aldığımız konu üçüncü örneğimizi teşkil ediyor: Hz. Salih’in tebliğci olarak tayin edildiği, dünya nimetleriyle şımarmış, Allah’a inanmayan Semûd kavmi, kendilerine bir mucize olarak emanet edilen ve A’râf 73’de açıklanan, “نَاقَةُ اللّهِ / nâkatu allâhi/ Allah’ın devesini” öldürdüler. Oysa deve; namaz kılın, oruç tutun gibi, Allah’ın bir emriydi. “Allah’ın devesine dokunmayın; bırakın, Allah’ın arzında yesin içsin; ona bir kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar” ilahî ikazına rağmen, haşa, Allah’ı test etmek küstahlığı peşindeki Semûd’un şerlileri, Hz. Salih’i çağırıp kılıçlarını çekerek “Allah’ın devesini” ayaklarını kesip öldürdüler. Sonra da peygambere dönüp şöyle dediler: Ey Salih! Allah’ın devesi dediğin ve dokunulmaz kıldığın deveye dokunduk! Şimdi; “Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen tehdit ettiğin azabı bize getir.” (A’râf 77) Salih dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız)! Bu söz, yalanlanmayan bir tehdit idi.” (Hud 65)
Üç örnekte de görüldüğü üzere; Allah, (haşa) sıradan gibi gözüken, ‘meyveyi yemeyin!’; ‘bir avuçtan başka su içmeyin!’, ‘şu deveyi öldürmeyin!’ vb. emirleriyle, ‘kullarım benden çekinip itaat mi, isyan mı edecekler?’ diye kişileri ve toplumları sınamıştır. Mecaz olarak söylersek ‘Allah’ın develerine kıyılmıştır! İlahi sınırların aşılması açık bir şekilde emre karşı gelindiğini gösterdiğinden, Hz. Âdem ve Hz. Havva validemiz tövbe ettiler fakat cennetten çıkarıldılar, diğer inkârcı kavimler iman edip tövbe etmediklerinden cezalandırıldılar. Şems süresinde buyrulduğu gibi: “Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir felaket gönderdi de hepsini helak etti. (Allah, bu şekilde azap etmenin) akıbetinden korkacak değil ya!”
Sonuç: Allah’ın emirlerini inkâr, Allah’ı yalanlama cüretidir! Günah ise asla hafife alınamayacak büyük bir suçtur. Haşa, yalanlanmayı kabul eden bir ‘âlemlerin Rabbı’ düşünülemez ve bu inanıştaki zalimlerin zulmü yanlarına kalmaz. Kuran’dan ve beşeri tarihten biliyoruz ki, Allah her ne emretmişse o tahakkuk etmiştir, zalimler daha dünyadayken belalarını bulmuşsa da asıl hesap ahrette görülecektir. Allah’ın emir ve yasaklarının mahalli olan dünya sınanmasından başarıyla çıkmak için yapılması gereken reçete yine Kuran’da bize şu ayetle bildirilmiştir: “Ey Âdemoğulları! Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir.” (A’râf 35) Son Peygamber Hz. Muhammed (sav) son Hak Kitapta Kuran-ı Kerimdir. Uyalım; günahlarımıza tövbe edelim, emirleri yapıp yasaklardan kaçalım ki, nefsimizi ıslah edebilmiş olabilelim. O zaman elbette bizler için üzülme ve korku olmayacaktır!
Kuran’da, ilginç bir ‘denenme’ de Bakara suresi 249. ayette açıklanmıştır: “Talût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler.” Talût’un sabretmeyen adamları da imtihanı kaybetti. Oysa sabır zorluktan kurtuluşun anahtarıydı. Sabırsızlar amaçlarına ulaşamazlar. Nefislerine, hırslarına yenik düşen ve ilahî sınırları ihlal edenler, her iki âlemde de kurtuluşu elden kaçırmış olurlar. Allah’ın yardımı, emirlerine itaat edilmesiyle ortaya çıkar, gazabı da ihlal edilmesiyle.
Bir önceki yazıda (482. FİKİR) ele aldığımız konu üçüncü örneğimizi teşkil ediyor: Hz. Salih’in tebliğci olarak tayin edildiği, dünya nimetleriyle şımarmış, Allah’a inanmayan Semûd kavmi, kendilerine bir mucize olarak emanet edilen ve A’râf 73’de açıklanan, “نَاقَةُ اللّهِ / nâkatu allâhi/ Allah’ın devesini” öldürdüler. Oysa deve; namaz kılın, oruç tutun gibi, Allah’ın bir emriydi. “Allah’ın devesine dokunmayın; bırakın, Allah’ın arzında yesin içsin; ona bir kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar” ilahî ikazına rağmen, haşa, Allah’ı test etmek küstahlığı peşindeki Semûd’un şerlileri, Hz. Salih’i çağırıp kılıçlarını çekerek “Allah’ın devesini” ayaklarını kesip öldürdüler. Sonra da peygambere dönüp şöyle dediler: Ey Salih! Allah’ın devesi dediğin ve dokunulmaz kıldığın deveye dokunduk! Şimdi; “Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen tehdit ettiğin azabı bize getir.” (A’râf 77) Salih dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız)! Bu söz, yalanlanmayan bir tehdit idi.” (Hud 65)
Üç örnekte de görüldüğü üzere; Allah, (haşa) sıradan gibi gözüken, ‘meyveyi yemeyin!’; ‘bir avuçtan başka su içmeyin!’, ‘şu deveyi öldürmeyin!’ vb. emirleriyle, ‘kullarım benden çekinip itaat mi, isyan mı edecekler?’ diye kişileri ve toplumları sınamıştır. Mecaz olarak söylersek ‘Allah’ın develerine kıyılmıştır! İlahi sınırların aşılması açık bir şekilde emre karşı gelindiğini gösterdiğinden, Hz. Âdem ve Hz. Havva validemiz tövbe ettiler fakat cennetten çıkarıldılar, diğer inkârcı kavimler iman edip tövbe etmediklerinden cezalandırıldılar. Şems süresinde buyrulduğu gibi: “Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir felaket gönderdi de hepsini helak etti. (Allah, bu şekilde azap etmenin) akıbetinden korkacak değil ya!”
Sonuç: Allah’ın emirlerini inkâr, Allah’ı yalanlama cüretidir! Günah ise asla hafife alınamayacak büyük bir suçtur. Haşa, yalanlanmayı kabul eden bir ‘âlemlerin Rabbı’ düşünülemez ve bu inanıştaki zalimlerin zulmü yanlarına kalmaz. Kuran’dan ve beşeri tarihten biliyoruz ki, Allah her ne emretmişse o tahakkuk etmiştir, zalimler daha dünyadayken belalarını bulmuşsa da asıl hesap ahrette görülecektir. Allah’ın emir ve yasaklarının mahalli olan dünya sınanmasından başarıyla çıkmak için yapılması gereken reçete yine Kuran’da bize şu ayetle bildirilmiştir: “Ey Âdemoğulları! Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir.” (A’râf 35) Son Peygamber Hz. Muhammed (sav) son Hak Kitapta Kuran-ı Kerimdir. Uyalım; günahlarımıza tövbe edelim, emirleri yapıp yasaklardan kaçalım ki, nefsimizi ıslah edebilmiş olabilelim. O zaman elbette bizler için üzülme ve korku olmayacaktır!