“Kurak geçen bir yaz döneminde cuma namazı sonrası kasabalılar, merkez caminin imamı ile birlikte bozkıra yağmur duası yapmaya giderler. İç Anadolu, ağustos ayı, cehennem sıcağı ve susuzluk…
Bir düşünün…
Ahalinin amacı, kurumaya yüz tutmüş mahsüllerin hiç olmazsa bir kısmını kurtarmaktır…
Her neyse, usûl gereği hacet namazları kılınır, dualar edilir, kurbanlar kesilir, günler geçer ama yine gökyüzünden tek damla yağmur düşmez.
Herkesin boynu büküktür…
Aradan bir kaç gün geçer ve bir dervişin yolu o kasabaya düşer. Kasaba halkı, Allah dostunun yanına gelerek kendileri için yağmur duasına çıkmasını dilerler. Ancak derviş yağmur duası yerine dilek sahiplerine, kasabayı birlikte dolaşmayı önerir. Kasabalılar önce buna bir anlam veremezler. Ama sebebini çok merak etmekle birlikte büyük bir topluluk halinde dervişin ardına düşerler, evleri tek tek dolaşmaya başlarlar.
Üç beş evi dolaştıktan sonra damı çökük, kapısı kırık bir eve rastlarlar ve Allah dostu kapıdan içeri doğru seslenip evde yaşayanları dışarı çağırır. İçerden orta yaşlarda giysisi baştan ayağa yamalı bir kadın ve iki yetim kız çıkar. Derviş, hâl hatır sorduktan sonra evin babasının kalp krizi geçirip erken yaşta öldüğünü ve kadının da iki yetim kızıyla yalnız başına yokluk ve yoksulluk içinde hayat mücadelesini sürdürmeye çalıştığını öğrenir…
Derviş, perişan haldeki kadınla biraz sohbet ettikten sonra küçük kızlara döner, kendisinden bir istekleri olup olmadığını sorar. Kızlardan birisi çatıları için beş on kiremit diğeri de kendisi için altı delik olmayan bir ayakkabı ister. ‘Varsın kullanılmış olsun’ diye de ekler…
Allah dostu hemen yanındaki topluluğa döner ve birkaç kiremit, bir çift de yeni ayakkabı rica eder. Kiremitler ve ayakkabılar gelip yerini bulduktan sonra derviş küçük kızlara ‘Siz en çok ne için dua ettiniz, söyleyin bakalım kızlarım?’ diye sorar. Kızlardan birisi, ‘Yağmur yağdığında damımız eski olduğu için evimiz ıslanmasın diye Allah'tan yağmur yağdırmamasını isterdim hep!’ der. Diğer kız ise, ‘Ben de eski ayakkabım delik, ayaklarım yağmurlu havalarda ıslanıyor diye her dua edişimde Allah'tan yağmur yağdırmamasını istiyordum!’ der.
Derviş bunun üzerine kasabalılara dönerek, ‘Ey Müslümanlar, siz önce Allah’ın size verdiği imkânlarla etrafınızdaki muhtaçların dualarını gerçekleştirin, vesile olun… Sonra da Allah’tan kendi duanızı gerçekleştirmesi için yardım dileyin…’ der ve noktayı koyar.”
★★
Muhteşem değil mi? Ne kadar anlamlı !..
Şimdi, ben ‘Ve yani özetle…’ desem, bu tasavvuf hikâyesinin mesajını uzun uzun açıklamaya kalkışsam, size çok ayıp etmiş olurum.
Çünkü siz anladınız.
Zaten biliyordunuz da hatırladınız diyelim…
Ettiğimiz duanın bizi niye bir çırpıda esenliğe kavuşturmadığını, yine dualarımızın niye orman yangınları hemencecik söndürmediğini ya da aksine niye bozkıra beş dakikada yağmur yağdırmadığını, dualarımızın keza yağan şiddetli yağmuru neden pat diye durdurmadığını siz zaten biliyorsunuz.
Yaratan, eğer bir şeyi geciktiriyorsa o mutlaka iyiliğimizedir; gecikene isyan etmezsek dilediğimizin daha da iyisini yaşayacağımız muhakkaktır.
Ya da…
Gecikmenin bizimle, bizim noksanımızla ilgili çok geçerli bir nedeni vardır…
Biz düzelince işler de yoluna girer!
Ben şahsen bunlardan ikincisine biraz daha fazla gönül bağlarım.
Bilmem, siz ne düşünürsünüz?
★★
Sağ olsun Şevket Turgut ağabeyim…
Yıllarını gurbette, uzak İskandinav memleketlerinde geçirmiş, senelerdir görüşemediğim ve fakat iyinin de kötünün de bin bir türlüsüne şahitlik ettikten sonra en nihayet sılaya dönmüş iyi kalpli, hayırsever, sevgili ağabeyim...
Ne güzel, ne nahif hatırlatıyor bize, duaya sığınmadan önce bizim ne yapmamız gerektiğini.
Var olsun!
★★
Bitirmeden…
Birkaç gün önce ‘Malazgirt Zaferimizi’ şerefle yad ettik. İki gün sonra da ‘Zafer Bayramımız’. Yeniden gururlanacağız. Bunların ne anlama geldiğini, doğru anlatımlar içinde okumak istiyorsak kitaplardan önce başka bir yere dikkatle bakmamız lazım: Bugün dünyada istikrarsızlık yaşayan ülkelerin ve can çekişen köklü kültürlerin acıklı fotoğrafına…
Gerçeğin ve küresel trajedinin bu çok sarsıcı fotoğrafında, siyasetin maalesef zerre miktar güzelleştiremediği, sömürgecilerin çıkarlarının insanlık onuruna baskın geldiği ve dünyada her şeye gücü yetiyormuş gibi görünenlerin -ve aynı zamanda bu feci manzaranın asıl sorumlularının- değiştirmeyi hiç dert edinmediği yıkım görüntüleri var.
Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da ve daha çok ülkede; önce bizim 30 Ağustos’umuz gibi zaferler olsaydı ve sonra da demokrasi başta olmak üzere zaferlerinin getirilerine ulusça sahip çıkabilselerdi o coğrafyaların çocukları, bugün kurtuluşlarını merhametten mahrum emperyalistlerin yazdığı zehirli reçetelerde aramayacaklardı. Kabil Havaalanı’nda yaşananlar gibi, 2021’in dünyasında tanık olduğumuz şu akıl almaz trajediler de muhtemelen yaşanmayacaktı…
İşte bu kritik hayat bilgisi ayrıntısının farkında olarak; başta Sultan Alparslan ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile onların aziz silah arkadaşları olmak üzere, maziden atiye bütün zamanlarda, bu toprakları Türk yurdu yapmış tüm cesur, fedakâr, kahraman vatan evlatlarını rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz.
Ruhları şâd, mekânları cennet olsun…
Bir düşünün…
Ahalinin amacı, kurumaya yüz tutmüş mahsüllerin hiç olmazsa bir kısmını kurtarmaktır…
Her neyse, usûl gereği hacet namazları kılınır, dualar edilir, kurbanlar kesilir, günler geçer ama yine gökyüzünden tek damla yağmur düşmez.
Herkesin boynu büküktür…
Aradan bir kaç gün geçer ve bir dervişin yolu o kasabaya düşer. Kasaba halkı, Allah dostunun yanına gelerek kendileri için yağmur duasına çıkmasını dilerler. Ancak derviş yağmur duası yerine dilek sahiplerine, kasabayı birlikte dolaşmayı önerir. Kasabalılar önce buna bir anlam veremezler. Ama sebebini çok merak etmekle birlikte büyük bir topluluk halinde dervişin ardına düşerler, evleri tek tek dolaşmaya başlarlar.
Üç beş evi dolaştıktan sonra damı çökük, kapısı kırık bir eve rastlarlar ve Allah dostu kapıdan içeri doğru seslenip evde yaşayanları dışarı çağırır. İçerden orta yaşlarda giysisi baştan ayağa yamalı bir kadın ve iki yetim kız çıkar. Derviş, hâl hatır sorduktan sonra evin babasının kalp krizi geçirip erken yaşta öldüğünü ve kadının da iki yetim kızıyla yalnız başına yokluk ve yoksulluk içinde hayat mücadelesini sürdürmeye çalıştığını öğrenir…
Derviş, perişan haldeki kadınla biraz sohbet ettikten sonra küçük kızlara döner, kendisinden bir istekleri olup olmadığını sorar. Kızlardan birisi çatıları için beş on kiremit diğeri de kendisi için altı delik olmayan bir ayakkabı ister. ‘Varsın kullanılmış olsun’ diye de ekler…
Allah dostu hemen yanındaki topluluğa döner ve birkaç kiremit, bir çift de yeni ayakkabı rica eder. Kiremitler ve ayakkabılar gelip yerini bulduktan sonra derviş küçük kızlara ‘Siz en çok ne için dua ettiniz, söyleyin bakalım kızlarım?’ diye sorar. Kızlardan birisi, ‘Yağmur yağdığında damımız eski olduğu için evimiz ıslanmasın diye Allah'tan yağmur yağdırmamasını isterdim hep!’ der. Diğer kız ise, ‘Ben de eski ayakkabım delik, ayaklarım yağmurlu havalarda ıslanıyor diye her dua edişimde Allah'tan yağmur yağdırmamasını istiyordum!’ der.
Derviş bunun üzerine kasabalılara dönerek, ‘Ey Müslümanlar, siz önce Allah’ın size verdiği imkânlarla etrafınızdaki muhtaçların dualarını gerçekleştirin, vesile olun… Sonra da Allah’tan kendi duanızı gerçekleştirmesi için yardım dileyin…’ der ve noktayı koyar.”
★★
Muhteşem değil mi? Ne kadar anlamlı !..
Şimdi, ben ‘Ve yani özetle…’ desem, bu tasavvuf hikâyesinin mesajını uzun uzun açıklamaya kalkışsam, size çok ayıp etmiş olurum.
Çünkü siz anladınız.
Zaten biliyordunuz da hatırladınız diyelim…
Ettiğimiz duanın bizi niye bir çırpıda esenliğe kavuşturmadığını, yine dualarımızın niye orman yangınları hemencecik söndürmediğini ya da aksine niye bozkıra beş dakikada yağmur yağdırmadığını, dualarımızın keza yağan şiddetli yağmuru neden pat diye durdurmadığını siz zaten biliyorsunuz.
Yaratan, eğer bir şeyi geciktiriyorsa o mutlaka iyiliğimizedir; gecikene isyan etmezsek dilediğimizin daha da iyisini yaşayacağımız muhakkaktır.
Ya da…
Gecikmenin bizimle, bizim noksanımızla ilgili çok geçerli bir nedeni vardır…
Biz düzelince işler de yoluna girer!
Ben şahsen bunlardan ikincisine biraz daha fazla gönül bağlarım.
Bilmem, siz ne düşünürsünüz?
★★
Sağ olsun Şevket Turgut ağabeyim…
Yıllarını gurbette, uzak İskandinav memleketlerinde geçirmiş, senelerdir görüşemediğim ve fakat iyinin de kötünün de bin bir türlüsüne şahitlik ettikten sonra en nihayet sılaya dönmüş iyi kalpli, hayırsever, sevgili ağabeyim...
Ne güzel, ne nahif hatırlatıyor bize, duaya sığınmadan önce bizim ne yapmamız gerektiğini.
Var olsun!
★★
Bitirmeden…
Birkaç gün önce ‘Malazgirt Zaferimizi’ şerefle yad ettik. İki gün sonra da ‘Zafer Bayramımız’. Yeniden gururlanacağız. Bunların ne anlama geldiğini, doğru anlatımlar içinde okumak istiyorsak kitaplardan önce başka bir yere dikkatle bakmamız lazım: Bugün dünyada istikrarsızlık yaşayan ülkelerin ve can çekişen köklü kültürlerin acıklı fotoğrafına…
Gerçeğin ve küresel trajedinin bu çok sarsıcı fotoğrafında, siyasetin maalesef zerre miktar güzelleştiremediği, sömürgecilerin çıkarlarının insanlık onuruna baskın geldiği ve dünyada her şeye gücü yetiyormuş gibi görünenlerin -ve aynı zamanda bu feci manzaranın asıl sorumlularının- değiştirmeyi hiç dert edinmediği yıkım görüntüleri var.
Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da ve daha çok ülkede; önce bizim 30 Ağustos’umuz gibi zaferler olsaydı ve sonra da demokrasi başta olmak üzere zaferlerinin getirilerine ulusça sahip çıkabilselerdi o coğrafyaların çocukları, bugün kurtuluşlarını merhametten mahrum emperyalistlerin yazdığı zehirli reçetelerde aramayacaklardı. Kabil Havaalanı’nda yaşananlar gibi, 2021’in dünyasında tanık olduğumuz şu akıl almaz trajediler de muhtemelen yaşanmayacaktı…
İşte bu kritik hayat bilgisi ayrıntısının farkında olarak; başta Sultan Alparslan ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile onların aziz silah arkadaşları olmak üzere, maziden atiye bütün zamanlarda, bu toprakları Türk yurdu yapmış tüm cesur, fedakâr, kahraman vatan evlatlarını rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz.
Ruhları şâd, mekânları cennet olsun…