Ekolojik açıdan Dünya’yı kurtarmamız hâlâ mümkün mü?
Evetse nasıl?
Bu anlamda umut bağlayabileceğimiz neler ya da kimler var?..
★★
Bu sorulara bilime uygun ve pratiğe aktarılması mümkün yanıtlar üretmek için her yıl dünyanın dört bir yanında türlü çalışmalar, araştırmalar, etkinlikler gerçekleştiriliyor.
İyi ki !..
Konu bilim kuruluşlarının tekelinde de değil tabii; sivil toplum örgütleri, hükumetler, siyasal partiler ve dahası, kendilerine göre öneriler geliştiriyor.
DH (Donanım Haber) Forum’a göre sadece dünyada bugün var olan 23 bin civarındaki üniversitenin türlü organizasyonlarıyla sadece ekolojik-bilimsel tepkiler kapsamında dünya üzerinde her yıl 11 bin civarında bilimsel toplantı, seminer, sempozyum, konferans etkinliği gerçekleştiriliyor.
İşin güzel yanı, küresel salgına rağmen bu etkinlikler yine kesintisiz biçimde sürüyor; ama çevrimiçi koşullarda tabii, alıştığımızdan çok daha farklı bir formda ve de daha yüksek katılımla…
★★
Şurası kesin: Çevre bağlamında hâlâ yoğun bir arayış içerisindeyiz…
Tek, kesin, her iklimde ve her coğrafi koşulda sonuç verebilecek bir çözüme ya da her iklimin, her coğrafyanın kendi koşullarına uygun özgün çözümlerine henüz tam olarak ulaşabilmiş değiliz.
Bununla birlikte arada bir ilham verici örneklerle karşılaştığımız da oluyor.
Onlardan biri İngiltere’den:
‘David Latimer‘in 1960’ların sonlarında sırf hobi olarak 40 litrelik bir içme suyu damacanası içerisine ektiği bitki, bugün hala hayatta ve o, kendi damacanası içerisinde tam anlamıyla benzersiz bir ekosistem oluşturmuş durumda.
Şişe içerisine 1968 yılında biraz gübre, çok az miktarda su ve bitki tohumlarını bırakan Latimer, şişeyi ağzını sıkıca kapattıktan sonra güneş alan bir köşeye koymuş ve bitkiye en son 1972 yılında su vermiş. O tarihten bugüne kadar kapağı mühürlü şekilde kapalı bırakılan bitki, zamanla kendi ekosistemini oluşturarak şişe içerisinde büyümüş. Teorik olarak susuz ve havasız…
Güneş ışığından elde ettiği enerji sayesinde fotosentez yapıp içeride oksijen üreten ve bu sayede şişenin havasını nemlendirerek kendine ait bir ekosistem oluşturan bitki, bu özelliği ile bugün NASA’nın en ciddi projelerinden birinin de temelini oluşturmuş.
Sadece Latimer’in bitkisinin değil, genel olarak bütün bitkilerin bu gücünün farkında olan NASA, Dünya dışı gezegenlerde yaşam alanları oluşturabilmek için bitkilerden ve bitkilerin sağlayacağı kapalı ekosistemlerden faydalanılabileceğini düşünüyor’.
Muhteşem, değil mi?
★★
Şimdi…
Şu bizim kolayca anladığımız nokta:
Bugün NASA’nın öngördüğü -ya da organize ettiği- biçimiyle Mars’ı kolonileştirme fikrinin temelinde ‘bitki ekosistemleri‘ yatıyor.
Mars’a gönderilen Mariner (Denizci, 1964), Viking (1971) ve Perseverance (Azim, 2020) gibi kâşif taşıtlar kadar konuşulmasa da olayın esas boyutunda bitkisel ekosistemler ve onların doğurduğu küçücük umut var.
Diğer yandan anlamakta epey zorlandığımız nokta ise şu:
Başka bir gezegende yaşam koşulları araştırmamızı veya oluşturmamızı zorunlu kılacak durumun nedeni ne?
Dünya niye bu hale geldi?
Onu kim bu hale getirdi?
Dünya’yı bu hale getiren koşulları, sistemleri, sanayiyi, teknolojiyi, atıkları üreten insanla Dünya’nın ötesinde bir yerde yaşanabilir koşullar bulmaya ya da oluşturmaya çalışan insan, aynı insan değil mi?
Öyleyse o insanın Mars’ı önce kolonileştirip sonra da tıpkı bir zamanlar Dünya’ya yaptığı gibi onu da usul usul mahvetmesini kim, nasıl önleyecek?
Bu sorumuzu -aslında sorunumuzu- ‘bitki ekosistemlerinin bize vaad ettiği şeye dair epistemolojik bir dipnot’ olarak bir yere kaydedelim.
Ne dersiniz?
Belki de gün gelir Ay’a yolculuk aşamasını geçip devamını tam da bu kapsamda konuşuruz.
Evetse nasıl?
Bu anlamda umut bağlayabileceğimiz neler ya da kimler var?..
★★
Bu sorulara bilime uygun ve pratiğe aktarılması mümkün yanıtlar üretmek için her yıl dünyanın dört bir yanında türlü çalışmalar, araştırmalar, etkinlikler gerçekleştiriliyor.
İyi ki !..
Konu bilim kuruluşlarının tekelinde de değil tabii; sivil toplum örgütleri, hükumetler, siyasal partiler ve dahası, kendilerine göre öneriler geliştiriyor.
DH (Donanım Haber) Forum’a göre sadece dünyada bugün var olan 23 bin civarındaki üniversitenin türlü organizasyonlarıyla sadece ekolojik-bilimsel tepkiler kapsamında dünya üzerinde her yıl 11 bin civarında bilimsel toplantı, seminer, sempozyum, konferans etkinliği gerçekleştiriliyor.
İşin güzel yanı, küresel salgına rağmen bu etkinlikler yine kesintisiz biçimde sürüyor; ama çevrimiçi koşullarda tabii, alıştığımızdan çok daha farklı bir formda ve de daha yüksek katılımla…
★★
Şurası kesin: Çevre bağlamında hâlâ yoğun bir arayış içerisindeyiz…
Tek, kesin, her iklimde ve her coğrafi koşulda sonuç verebilecek bir çözüme ya da her iklimin, her coğrafyanın kendi koşullarına uygun özgün çözümlerine henüz tam olarak ulaşabilmiş değiliz.
Bununla birlikte arada bir ilham verici örneklerle karşılaştığımız da oluyor.
Onlardan biri İngiltere’den:
‘David Latimer‘in 1960’ların sonlarında sırf hobi olarak 40 litrelik bir içme suyu damacanası içerisine ektiği bitki, bugün hala hayatta ve o, kendi damacanası içerisinde tam anlamıyla benzersiz bir ekosistem oluşturmuş durumda.
Şişe içerisine 1968 yılında biraz gübre, çok az miktarda su ve bitki tohumlarını bırakan Latimer, şişeyi ağzını sıkıca kapattıktan sonra güneş alan bir köşeye koymuş ve bitkiye en son 1972 yılında su vermiş. O tarihten bugüne kadar kapağı mühürlü şekilde kapalı bırakılan bitki, zamanla kendi ekosistemini oluşturarak şişe içerisinde büyümüş. Teorik olarak susuz ve havasız…
Güneş ışığından elde ettiği enerji sayesinde fotosentez yapıp içeride oksijen üreten ve bu sayede şişenin havasını nemlendirerek kendine ait bir ekosistem oluşturan bitki, bu özelliği ile bugün NASA’nın en ciddi projelerinden birinin de temelini oluşturmuş.
Sadece Latimer’in bitkisinin değil, genel olarak bütün bitkilerin bu gücünün farkında olan NASA, Dünya dışı gezegenlerde yaşam alanları oluşturabilmek için bitkilerden ve bitkilerin sağlayacağı kapalı ekosistemlerden faydalanılabileceğini düşünüyor’.
Muhteşem, değil mi?
★★
Şimdi…
Şu bizim kolayca anladığımız nokta:
Bugün NASA’nın öngördüğü -ya da organize ettiği- biçimiyle Mars’ı kolonileştirme fikrinin temelinde ‘bitki ekosistemleri‘ yatıyor.
Mars’a gönderilen Mariner (Denizci, 1964), Viking (1971) ve Perseverance (Azim, 2020) gibi kâşif taşıtlar kadar konuşulmasa da olayın esas boyutunda bitkisel ekosistemler ve onların doğurduğu küçücük umut var.
Diğer yandan anlamakta epey zorlandığımız nokta ise şu:
Başka bir gezegende yaşam koşulları araştırmamızı veya oluşturmamızı zorunlu kılacak durumun nedeni ne?
Dünya niye bu hale geldi?
Onu kim bu hale getirdi?
Dünya’yı bu hale getiren koşulları, sistemleri, sanayiyi, teknolojiyi, atıkları üreten insanla Dünya’nın ötesinde bir yerde yaşanabilir koşullar bulmaya ya da oluşturmaya çalışan insan, aynı insan değil mi?
Öyleyse o insanın Mars’ı önce kolonileştirip sonra da tıpkı bir zamanlar Dünya’ya yaptığı gibi onu da usul usul mahvetmesini kim, nasıl önleyecek?
Bu sorumuzu -aslında sorunumuzu- ‘bitki ekosistemlerinin bize vaad ettiği şeye dair epistemolojik bir dipnot’ olarak bir yere kaydedelim.
Ne dersiniz?
Belki de gün gelir Ay’a yolculuk aşamasını geçip devamını tam da bu kapsamda konuşuruz.