Zalimin rişte-i ikbalini bir âh keser
Mâni-i rızk olanın rızkını Allah keser. (Beytin kime ait olduğu bilinmiyor).
Bu levhayı sosyal medyada bir arkadaşımız paylamıştı. İlk anda ifadelerin ritmi ve musikisi kulağa göze hoş geliyor. Beytin anlamı ise, tatlı bir bahar esintisi gibi, ruhu okşuyor.
Fakat birazcık düşününce beyitteki ‘çaresiz insan psikolojisi’ bahar esintilerini sonbahar rüzgârlarına hata kış uğultularına çevirmeye yetiyor.
Maalesef edebiyatımızda zavallılığımızı izhar eden bu tür beyitler, kıtalar, şiirler bir haylidir.
Sanatkârlar, bilhassa edebiyatçılar, yaşadıkları çağın ressamları olduklarından, ortaya koydukları edebiyat eserleri, o günkü toplumumuz ve siyasi ortamımız hakkında da bize sahih bilgiler vermektedir.
Peki bu beyit bize ne anlatıyor, nasıl bir öykü sunuyor?
Benim çıkarırım şu: Bu ifadeler öğretilmiş yahut dayatılmış zorbalığı sineye çekmenin diğer adıdır.
Oysa İslam dünyasında, başlarda, 'Ey Ömer! Gerekirse seni kılıçlarımızla düzeltiriz!' diyebilen bir kamuoyu söz konusu idi. Yönetenle yönetilenin arasında şeffaf ve naif bir duvar vardı. Sanki de birbirlerine temas ediyorlardı. Aradaki fiziki ve ruhsal bariyerler katılaşıp taşlaşmamıştı.
İslam dünyası saltanatlarla bu ruhunu kısa sürede kaybetti. Müslümanlar, hürken tebâ yahut kul gibi sıfatlar kazandılar.
İktidarlar, babadan oğlu geçmeye başlayıp yöneticilerden de demokratik yöntemlerle hesap sormak henüz icat olunmadığından, baştakilerden; şu ağadan paşadan, eşraftan, derebeyinden, cümle mütegallibeden hakkını alamayan insanlar Hakk’a yöneldiler.
Zalimden mazlumun hakkı alınıp hesap sorulamayınca da mağduriyetler edebiyata bu beyitteki gibi yansıdı ve çaresizlik sanatla ifade edilmeye başlandı.
Fakat mazlumlar, Hakk’ın düzenini de tam idrak edemediklerinden, ah-vah’ları durumlarını değiştirmeye yetmedi.
Zulmedenin ekmeği kesilmediği gibi daha da büyüdü.
Aynen günümüz dünyasında olduğu gibi. Tarihsel yahut güncel, eğer ah-vah'larımız bir işe yarasaydı tarihte yahut günümüzde yaşadığımız sıkıntıları yaşamamamız icap ederdi.
En önemlisi de bugün ortada ne Amerikan emperyalizmi ne Rus ve Çin zulmü ne Avrupa ülkelerinin fitne fesadı ne de İsrail eşkıyalığı tepemizde etçil akbabalar gibi dönüp durmazdı.
İçte yönetimi demokratik usullerle (çok partili hayat) değiştirdikçe, dışa karşı da, Rabbimizin, Kuran'da verdiği talimata uyup, onları caydırmak için, 'düşmanımızın silahlarıyla silahlandığımız vakit’ (En’fal 60) bu tür çaresizlik vecizeleri üretmemize gerek kalmayacaktır.
Mesela savunma sanayimiz gelişip millli bir karketer kazandıkça ve bizim bu güçlerimizle ehl-i zulmü engelleme çabamız başarılı oldukça, ah-vah’larımız da azalmaya başladı. Yine aynı güçle Dağlık Karabağ’daki zulmü ortadan kaldırabiliyor, Akdeniz’de, Karadeniz’de hakkımızı alıyor ve hakkımızı koruyabiliyoruz.
Zalimlerin zulmünü kesmez inan şunca ah
Bilgi ve teknoloji üretmezsek deriz vah!
Mâni-i rızk olanın rızkını Allah keser. (Beytin kime ait olduğu bilinmiyor).
Bu levhayı sosyal medyada bir arkadaşımız paylamıştı. İlk anda ifadelerin ritmi ve musikisi kulağa göze hoş geliyor. Beytin anlamı ise, tatlı bir bahar esintisi gibi, ruhu okşuyor.
Fakat birazcık düşününce beyitteki ‘çaresiz insan psikolojisi’ bahar esintilerini sonbahar rüzgârlarına hata kış uğultularına çevirmeye yetiyor.
Maalesef edebiyatımızda zavallılığımızı izhar eden bu tür beyitler, kıtalar, şiirler bir haylidir.
Sanatkârlar, bilhassa edebiyatçılar, yaşadıkları çağın ressamları olduklarından, ortaya koydukları edebiyat eserleri, o günkü toplumumuz ve siyasi ortamımız hakkında da bize sahih bilgiler vermektedir.
Peki bu beyit bize ne anlatıyor, nasıl bir öykü sunuyor?
Benim çıkarırım şu: Bu ifadeler öğretilmiş yahut dayatılmış zorbalığı sineye çekmenin diğer adıdır.
Oysa İslam dünyasında, başlarda, 'Ey Ömer! Gerekirse seni kılıçlarımızla düzeltiriz!' diyebilen bir kamuoyu söz konusu idi. Yönetenle yönetilenin arasında şeffaf ve naif bir duvar vardı. Sanki de birbirlerine temas ediyorlardı. Aradaki fiziki ve ruhsal bariyerler katılaşıp taşlaşmamıştı.
İslam dünyası saltanatlarla bu ruhunu kısa sürede kaybetti. Müslümanlar, hürken tebâ yahut kul gibi sıfatlar kazandılar.
İktidarlar, babadan oğlu geçmeye başlayıp yöneticilerden de demokratik yöntemlerle hesap sormak henüz icat olunmadığından, baştakilerden; şu ağadan paşadan, eşraftan, derebeyinden, cümle mütegallibeden hakkını alamayan insanlar Hakk’a yöneldiler.
Zalimden mazlumun hakkı alınıp hesap sorulamayınca da mağduriyetler edebiyata bu beyitteki gibi yansıdı ve çaresizlik sanatla ifade edilmeye başlandı.
Fakat mazlumlar, Hakk’ın düzenini de tam idrak edemediklerinden, ah-vah’ları durumlarını değiştirmeye yetmedi.
Zulmedenin ekmeği kesilmediği gibi daha da büyüdü.
Aynen günümüz dünyasında olduğu gibi. Tarihsel yahut güncel, eğer ah-vah'larımız bir işe yarasaydı tarihte yahut günümüzde yaşadığımız sıkıntıları yaşamamamız icap ederdi.
En önemlisi de bugün ortada ne Amerikan emperyalizmi ne Rus ve Çin zulmü ne Avrupa ülkelerinin fitne fesadı ne de İsrail eşkıyalığı tepemizde etçil akbabalar gibi dönüp durmazdı.
İçte yönetimi demokratik usullerle (çok partili hayat) değiştirdikçe, dışa karşı da, Rabbimizin, Kuran'da verdiği talimata uyup, onları caydırmak için, 'düşmanımızın silahlarıyla silahlandığımız vakit’ (En’fal 60) bu tür çaresizlik vecizeleri üretmemize gerek kalmayacaktır.
Mesela savunma sanayimiz gelişip millli bir karketer kazandıkça ve bizim bu güçlerimizle ehl-i zulmü engelleme çabamız başarılı oldukça, ah-vah’larımız da azalmaya başladı. Yine aynı güçle Dağlık Karabağ’daki zulmü ortadan kaldırabiliyor, Akdeniz’de, Karadeniz’de hakkımızı alıyor ve hakkımızı koruyabiliyoruz.
Zalimlerin zulmünü kesmez inan şunca ah
Bilgi ve teknoloji üretmezsek deriz vah!