
İki gün önce, 10 Kasım günü, tam da sirenler Ata’mızın vefatının 81’inci yıldönümünü duyurduğunda, herkes mutlaka başka başka şeyler düşündü.
Ben, tam o anda Sıdıka Avar’ı düşündüm.
‘O da kim?’ diyeniniz varsa, buyurunuz:
1957 güzü…
İktidarda o dönemde ‘Beşinci Menderes Hükûmeti’ olarak adlandırılan hükumet var. Okulların açılma zamanı…
Ve dönemin en tanınmış gazetecilerinden Hikmet Feridun Es, dönemin yok satan mecmuasına, ‘Hayat Dergisi’ne öğretmen Sıdıka Avar’ın hikâyesini yazıyor.
Deneyimli gazeteci, 1957’nin Türkiye’sinde geçerli sosyo-kültürel gereksinimleri göz önünde bulundurarak eğitimciler için bir rol-model öneriyor aslında. Bunu, tam da okulların açıldığı günlere denk getiriyor ki Anadolu’nun dört bir yanına dağılacak öğretmenler, nasıl bir ‘misyon’ omuzladıklarını anımsasınlar ve gereğini yapsınlar:
Hayat’ta yayımlanan ve okuyanları 25 yıl önceye, Ata’nın hayatta olduğu günlere götüren o yazı aynen şöyledir:
“Yıllar önce…
İzmir Kadınlar Hapishanesindeki mahkûm kadınlara akşam dersleri verilmesi kararlaştırılmıştı. Bir gün İzmir Milli Eğitim Müdürünün odasına zayıf, ufak-tefek bir genç kız girdi:
-Ben bu dersleri memnuniyetle kabul ederim, efendim.
dedi.
Müdür şaşırmıştı. Karşısındaki genç kız, öğretmen okulundan yeni çıkmış, üstelik son derece de hassas mizaçlı bir insana benziyordu. Müdür, hapishanedeki tipleri gözünün önüne getirdi. Olacak şey değildi...
Lakin düşüncesini belli etmedi.
-Peki, hoca hanım, bu işle meşgul olacağım
dedi.
İki hafta geçmeden, genç kız, soğuk ışıklar altındaki hapishane koğuşunda akşam derslerine başlamıştı. İşi bittikten sonra ince pardösüsünün yakasını kaldırıyor, süngülü nöbetçilerin, zincirli kapıların arasından geçerek sokağa çıkıyor ve hızlı adımlarla evine koşuyordu.
Hapishane müdürü de Milli Eğitim Müdürü gibi hayretler içinde idi.
O kavgacı, o geçimsiz mahkumlar, genç öğretmeni hem sevmeye hem saymaya başlamışlardı. Kadınlar hapishanesinde ilk defa böyle bir hava esiyordu. Fakat işinde inanılmaz bir başarı gösteren kız, bir süre sonra acayip bir suçla adliyeye götürüldü.
Hakkındaki suçlama: Misyonerlik...
Çoğu isimsiz ihbarlarla gittikçe kabaran dosyalar hep aynı kişiden, bir misyoner öğretmenden bahsediyordu. Neler neler yapmamıştı ki…
Kadınlar hapishanesi derken Kinder Garten Teşkilatında çalışmalar, çocuklara iyi insan olmak etrafında birtakım telkinler…
Bütün bunlar misyonerlik denilen şeyden başka ne idi?
İş o kadar dallanıp budaklandı ki Ankara'ya kadar intikal etti ve onca mühim işi arasında Atatürk de bu meseleyi merak etti.
-Bana misyoner öğretmenin dosyasını getiriniz.
dedi. Bütün bir gece o dosyayı inceledikten sonra, hemen ertesi gün öğretmen Sıdıka Avar'ı yanına çağırttı. Genç öğretmen Atatürk'ün karşısına çıktığı vakit bir yaprak gibi titriyordu. Atatürk, bu ufak tefek kıza hayretle baktı.
-Misyoner öğretmen sensin, öyle mi?
diye sordu. Avar şaşırmıştı.
-Efendim, ben öğretmen Avar’ım…
diye fısıldadı.
Atatürk, o zaman genç öğretmene doğru parmağını uzatarak yüksek sesle şunları söyledi:
- Hayır, sen misyoner Avar'sın ve bana senin gibi misyonerler lazım!
Bu sözünden sonra da Atatürk fikirlerini bir ideal çerçevesi içerisine oturttu:
‘Bir toplum, her şeyden evvel aile müessesesi yoluyla, bilhassa da kadın yoluyla kazanılabilirdi. Genç öğretmen Doğuya gidecekti. Oradaki genç kızları, hatta bunların arasında hiç Türkçe bilmeyenleri bile toplayacaktı…
Onları, bu toplumun kültür ve medeniyet potasında yetiştirecekti; sonra bu çocuklar birer ışık huzmesi altında köylere gönderecekti…’
Bu çerçeveyi çizdikten sonra Reisicumhur Gazi Paşa tekrar Sıdıka Avar’a döndü:
-Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan, orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini göreceksin…
Genç öğretmen, içi içine sığmaz bir halde odadan çıktı.
İşte o Avar, yıllarca ve yıllarca doğu illerinde çalıştı. Olgunlaştıktan sonra üstlendiği Kız Enstitüsü Müdürlüğünde inanılmaz işlerle meşgul oldu. Şimdi Elazığ-Tunceli-Bingöl çevrelerindeki halk, bu ufak tefek kadından tıpkı bir kutsal şahsiyetten bahseder gibi bahsediyor. Onun hakkında iki yüze yakın mâni, masal ve yöre çocuklarının dilinde sayısız Avar şarkıları vardır.
O, yol vermez, geçit tanımaz dağlara at sırtında tırmanır, dağ köylerinden, çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sarıp okuluna götürür…
Avar, Doğuda gerçekten inanılmaz bir isimdir. Bu masal kadının dağların tepesindeki köylere öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler:
- Kızımı da götür Avar öğretmen!
diye atın üzengisine yapışıyorlardı.
Şehre, Avar'ın okuluna gelen kızları siz üç dört yıl sonra görünüz. Ben, gittim ve bir insanı biçimlendirmeye dair en çarpıcı mucizelerden birini işte orada gözlerimle gördüm!” diyordu Hikmet Feridun Es…
Ve aynı günlerde Büyük Önder’in Türk eğitim sistemine en büyük armağanlarından biri ve bir ‘misyon’ kuruluşu olan Türk Eğitim Derneği de çalışmalarına büyük bir azim ve kararlılıkla devam etmekteydi.
Bugün olduğu gibi…
***
‘Görecelik’ (izafiyet; rölativite, bakış açısına göre değişkenlik durumu) dediğimiz şeyin en çarpıcı örneklerinden biri işte tam da bu ‘öğretmen hikâyesinde’ gizlidir:
Birilerinin ‘Cumhuriyet’i böyle kurduk’ diyerek, heyecanla, şevkle okuduğu bu gerçek hikâyeyi, birileri de Cumhuriyet rejiminin kurucusu Atatürk’e duyduğu öfke ve kinin etkisiyle, tamamen farklı anlamlar yükleyerek değerlendirir.
Ama onun bile daha ilerisi var: Dersim Gazetesi adlı network haber portalının 29 Temmuz 2019 tarihli yayımında ‘Sıdıka Avar’ın dağdan kopardığı çiçekler’ başlığı altında ifade edildiği gibi kimileri de Sıdıka Avar’ın yaptığı işi kötü niyetli ve -inanması hakikaten güç ama- sömürgeci bir çalışma olarak değerlendirebiliyor. Doğan Munzuroğlu imzasıyla yayımlanan o yazıda deniyor ki:
‘(…) Avar, Atatürk’ün emri ile bölgeye gönderilmiş misyoner öğretmendir. Türk Misyoner öğretmen kavramı bizzat kendisinin kullandığı bir sıfattır. Avar, özel bir örnektir. Benimsediği ideoloji uğruna göze alamayacağı zorluk yok gibidir. Bu ideoloji onu adeta kör etmiştir. İdeali uğruna her türlü zorluğu göze almaktadır. ‘Cahil ve yobaz’ halka modern yaşamı götürecektir. Ama bunu neden Türklük ruhu ile götüreceğini sorgulamaz. Kürt çocuklarını neden Türkleştirmek gerektiğini hiç sorgulamaz. (…) Avar’ın mensubu olduğu tekçi Kemalist paradigma bütün öteki fikirlerin üstünü örtmektedir. Onun tarif ettiği modern yaşam bugün sıkça duyduğumuz tek dil, tek millet düsturudur.’
Şimdi ne diyelim biz buna?
‘Hiçbir iyilik cezasız kalmaz’ deyip geçelim mi?
***
İyiliğin de kötülüğün de sınırı yok imiş dünyada.
Eren, abdal, derviş, misyoner…
Bunlar her çağda, her medeniyette, farklı ideoloji ve idealler içerisinde karşımıza çıkan ‘önemli sosyo-kültürel figürler’.
Toplumu alıp bir yerden başka bir yere taşıyorlar.
Sizi, bizi, hepimizi değiştirmeye çalışıyorlar.
Ve göreceli olarak tabii, tıpkı Sıdıka Avar örneğinde olduğu gibi, onların yaptıkları şeyi birileri övüp, kutsayıp, içselleştirirken birileri ise yerip, aşağılıyor ve kargışlıyor.
Hayat işte!
Böyle bir şey…
Ben, tam o anda Sıdıka Avar’ı düşündüm.
‘O da kim?’ diyeniniz varsa, buyurunuz:
1957 güzü…
İktidarda o dönemde ‘Beşinci Menderes Hükûmeti’ olarak adlandırılan hükumet var. Okulların açılma zamanı…
Ve dönemin en tanınmış gazetecilerinden Hikmet Feridun Es, dönemin yok satan mecmuasına, ‘Hayat Dergisi’ne öğretmen Sıdıka Avar’ın hikâyesini yazıyor.
Deneyimli gazeteci, 1957’nin Türkiye’sinde geçerli sosyo-kültürel gereksinimleri göz önünde bulundurarak eğitimciler için bir rol-model öneriyor aslında. Bunu, tam da okulların açıldığı günlere denk getiriyor ki Anadolu’nun dört bir yanına dağılacak öğretmenler, nasıl bir ‘misyon’ omuzladıklarını anımsasınlar ve gereğini yapsınlar:
Hayat’ta yayımlanan ve okuyanları 25 yıl önceye, Ata’nın hayatta olduğu günlere götüren o yazı aynen şöyledir:
“Yıllar önce…
İzmir Kadınlar Hapishanesindeki mahkûm kadınlara akşam dersleri verilmesi kararlaştırılmıştı. Bir gün İzmir Milli Eğitim Müdürünün odasına zayıf, ufak-tefek bir genç kız girdi:
-Ben bu dersleri memnuniyetle kabul ederim, efendim.
dedi.
Müdür şaşırmıştı. Karşısındaki genç kız, öğretmen okulundan yeni çıkmış, üstelik son derece de hassas mizaçlı bir insana benziyordu. Müdür, hapishanedeki tipleri gözünün önüne getirdi. Olacak şey değildi...
Lakin düşüncesini belli etmedi.
-Peki, hoca hanım, bu işle meşgul olacağım
dedi.
İki hafta geçmeden, genç kız, soğuk ışıklar altındaki hapishane koğuşunda akşam derslerine başlamıştı. İşi bittikten sonra ince pardösüsünün yakasını kaldırıyor, süngülü nöbetçilerin, zincirli kapıların arasından geçerek sokağa çıkıyor ve hızlı adımlarla evine koşuyordu.
Hapishane müdürü de Milli Eğitim Müdürü gibi hayretler içinde idi.
O kavgacı, o geçimsiz mahkumlar, genç öğretmeni hem sevmeye hem saymaya başlamışlardı. Kadınlar hapishanesinde ilk defa böyle bir hava esiyordu. Fakat işinde inanılmaz bir başarı gösteren kız, bir süre sonra acayip bir suçla adliyeye götürüldü.
Hakkındaki suçlama: Misyonerlik...
Çoğu isimsiz ihbarlarla gittikçe kabaran dosyalar hep aynı kişiden, bir misyoner öğretmenden bahsediyordu. Neler neler yapmamıştı ki…
Kadınlar hapishanesi derken Kinder Garten Teşkilatında çalışmalar, çocuklara iyi insan olmak etrafında birtakım telkinler…
Bütün bunlar misyonerlik denilen şeyden başka ne idi?
İş o kadar dallanıp budaklandı ki Ankara'ya kadar intikal etti ve onca mühim işi arasında Atatürk de bu meseleyi merak etti.
-Bana misyoner öğretmenin dosyasını getiriniz.
dedi. Bütün bir gece o dosyayı inceledikten sonra, hemen ertesi gün öğretmen Sıdıka Avar'ı yanına çağırttı. Genç öğretmen Atatürk'ün karşısına çıktığı vakit bir yaprak gibi titriyordu. Atatürk, bu ufak tefek kıza hayretle baktı.
-Misyoner öğretmen sensin, öyle mi?
diye sordu. Avar şaşırmıştı.
-Efendim, ben öğretmen Avar’ım…
diye fısıldadı.
Atatürk, o zaman genç öğretmene doğru parmağını uzatarak yüksek sesle şunları söyledi:
- Hayır, sen misyoner Avar'sın ve bana senin gibi misyonerler lazım!
Bu sözünden sonra da Atatürk fikirlerini bir ideal çerçevesi içerisine oturttu:
‘Bir toplum, her şeyden evvel aile müessesesi yoluyla, bilhassa da kadın yoluyla kazanılabilirdi. Genç öğretmen Doğuya gidecekti. Oradaki genç kızları, hatta bunların arasında hiç Türkçe bilmeyenleri bile toplayacaktı…
Onları, bu toplumun kültür ve medeniyet potasında yetiştirecekti; sonra bu çocuklar birer ışık huzmesi altında köylere gönderecekti…’
Bu çerçeveyi çizdikten sonra Reisicumhur Gazi Paşa tekrar Sıdıka Avar’a döndü:
-Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan, orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini göreceksin…
Genç öğretmen, içi içine sığmaz bir halde odadan çıktı.
İşte o Avar, yıllarca ve yıllarca doğu illerinde çalıştı. Olgunlaştıktan sonra üstlendiği Kız Enstitüsü Müdürlüğünde inanılmaz işlerle meşgul oldu. Şimdi Elazığ-Tunceli-Bingöl çevrelerindeki halk, bu ufak tefek kadından tıpkı bir kutsal şahsiyetten bahseder gibi bahsediyor. Onun hakkında iki yüze yakın mâni, masal ve yöre çocuklarının dilinde sayısız Avar şarkıları vardır.
O, yol vermez, geçit tanımaz dağlara at sırtında tırmanır, dağ köylerinden, çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sarıp okuluna götürür…
Avar, Doğuda gerçekten inanılmaz bir isimdir. Bu masal kadının dağların tepesindeki köylere öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler:
- Kızımı da götür Avar öğretmen!
diye atın üzengisine yapışıyorlardı.
Şehre, Avar'ın okuluna gelen kızları siz üç dört yıl sonra görünüz. Ben, gittim ve bir insanı biçimlendirmeye dair en çarpıcı mucizelerden birini işte orada gözlerimle gördüm!” diyordu Hikmet Feridun Es…
Ve aynı günlerde Büyük Önder’in Türk eğitim sistemine en büyük armağanlarından biri ve bir ‘misyon’ kuruluşu olan Türk Eğitim Derneği de çalışmalarına büyük bir azim ve kararlılıkla devam etmekteydi.
Bugün olduğu gibi…
***
‘Görecelik’ (izafiyet; rölativite, bakış açısına göre değişkenlik durumu) dediğimiz şeyin en çarpıcı örneklerinden biri işte tam da bu ‘öğretmen hikâyesinde’ gizlidir:
Birilerinin ‘Cumhuriyet’i böyle kurduk’ diyerek, heyecanla, şevkle okuduğu bu gerçek hikâyeyi, birileri de Cumhuriyet rejiminin kurucusu Atatürk’e duyduğu öfke ve kinin etkisiyle, tamamen farklı anlamlar yükleyerek değerlendirir.
Ama onun bile daha ilerisi var: Dersim Gazetesi adlı network haber portalının 29 Temmuz 2019 tarihli yayımında ‘Sıdıka Avar’ın dağdan kopardığı çiçekler’ başlığı altında ifade edildiği gibi kimileri de Sıdıka Avar’ın yaptığı işi kötü niyetli ve -inanması hakikaten güç ama- sömürgeci bir çalışma olarak değerlendirebiliyor. Doğan Munzuroğlu imzasıyla yayımlanan o yazıda deniyor ki:
‘(…) Avar, Atatürk’ün emri ile bölgeye gönderilmiş misyoner öğretmendir. Türk Misyoner öğretmen kavramı bizzat kendisinin kullandığı bir sıfattır. Avar, özel bir örnektir. Benimsediği ideoloji uğruna göze alamayacağı zorluk yok gibidir. Bu ideoloji onu adeta kör etmiştir. İdeali uğruna her türlü zorluğu göze almaktadır. ‘Cahil ve yobaz’ halka modern yaşamı götürecektir. Ama bunu neden Türklük ruhu ile götüreceğini sorgulamaz. Kürt çocuklarını neden Türkleştirmek gerektiğini hiç sorgulamaz. (…) Avar’ın mensubu olduğu tekçi Kemalist paradigma bütün öteki fikirlerin üstünü örtmektedir. Onun tarif ettiği modern yaşam bugün sıkça duyduğumuz tek dil, tek millet düsturudur.’
Şimdi ne diyelim biz buna?
‘Hiçbir iyilik cezasız kalmaz’ deyip geçelim mi?
***
İyiliğin de kötülüğün de sınırı yok imiş dünyada.
Eren, abdal, derviş, misyoner…
Bunlar her çağda, her medeniyette, farklı ideoloji ve idealler içerisinde karşımıza çıkan ‘önemli sosyo-kültürel figürler’.
Toplumu alıp bir yerden başka bir yere taşıyorlar.
Sizi, bizi, hepimizi değiştirmeye çalışıyorlar.
Ve göreceli olarak tabii, tıpkı Sıdıka Avar örneğinde olduğu gibi, onların yaptıkları şeyi birileri övüp, kutsayıp, içselleştirirken birileri ise yerip, aşağılıyor ve kargışlıyor.
Hayat işte!
Böyle bir şey…