
Tarih, bugüne dek defalarca gösterdi ve hiç kuşkunuz olmasın ki yarın da aynı şey geçerli olacaktır:
‘Politika ve uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda hiç kimse sonsuza kadar dostumuz değildir…
Ve yine hiç kimse geri döndürülemez biçimde düşmanımız da değildir…’
Bununla birlikte; elbette halklar ve devletler arasında köklü bağlar, akrabalıklar, derin çıkar ilişkileri, ticari veya politik ortaklıklar var; bu bağlar, toplumlar ve devletler arasında ‘birbirini olabildiğince incitmeme’ duyarlılığı doğurabiliyor ama bu bile ‘mutlak ve değişmez’ bir şey değil !
Bahsettiğim politik gerçeğin örnekleri çoktur:
Türkiye’yle Azerbaycan arasında…
İngiltere’yle Almanya arasında…
Amerika’yla Rusya arasında…
Başka ülkelerle diğer başka ülkeler arasında…
Ve fakat her uluslararası platformda belki de tek güçlü destekçisi durumunda olduğumuz Filistin devletinin, Silahlı Kuvvetlerimiz tarafından Suriye’nin kuzeyindeki terör yuvalarına yönelik olarak başlatılan ‘Barış Pınarı’ harekâtını kınaması, sözünü ettiğim bu politik gerçeğin belki de en güncel ve en dramatik örneği oldu.
‘Filistin devleti’ dediğimin altını özellikle çizmek isterim.
Filistin devletinin diplomatik zorunluluklarıyla, politik zayıflığıyla, ucuz çıkar hesaplarıyla ya da belki uğradığı ağır şantajlarla; ‘mazlum Filistin halkının’ dostluk elini hep hak edecek olması aynı şey değil…
Filistin halkına küsersek ‘duygusal davranma’ hatasına düşmüş oluruz. Nitekim Filistin’de doğacak kamuoyu tepkisi ve yapılacak ilk seçimler, devlet ile toplumun her zaman aynı şey olmadığını gösterecektir diye düşünüyorum.
Böyle düşünüyor olmam, Arap Birliği güdümündeki Mahmud Abbas Hükumetinin sergilediği ‘korkaklığın’ bir şekilde haklı görülüp onaylanabileceği anlamına gelmiyor elbette.
Ben, sadece bunun ‘olağan bir durum’ olduğundan söz ediyorum.
Bu durum bizi kırdıysa eğer; onun öncesinde duygusallığımızı ve politik durumları duyguya bulayarak tahlil etme alışkanlığımızı masaya yatırmalıyız.
Ve işte orada fazla da abartmadan Kissinger’ı anımsamalıyız:
Ülkelerin dostları yoktur, çıkarları vardır!
***
Silahlı Kuvvetlerimizin, Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin 51. Maddesinde geçen ‘meşru müdafaa hakkını’ kullanarak otoritenin tümüyle yok olduğu, terör ve hukuksuzluk kıskacında darmadağın olan Suriye’nin kuzeyindeki topraklara girmesi, Türkiye’ye karşı anında ve topyekün bir tepki ile dezenformasyon dalgası doğurdu.
Bu dalgayı harekâtın ilk günlerinde Sözcü’den Ümit Zileli şöyle özetliyordu:
“İspanya, Türkiye'de bulunan Patriot füzelerini geri çekebileceğini açıkladı!.. Norveç, Türkiye'ye silah satışını durdurdu!.. İsrail, dünyanın Türkiye karşısında birlik olarak Kürtlere yapılan katliamın durdurması çağrısında bulundu. Başbakan Netanyahu, ülkesinin Kürtlere insani yardım yapmak için elinden geleni yapacağını söyledi!..
Kervana Arap Birliği ülkeleri de katıldı tabii; çoğu ABD'nin kucağında oturan Arap kardeşlerimiz de el birliğiyle Türkiye'yi bir güzel kınadı!
İtalya Roma Büyükelçimizi çağırıp Türkiye'nin derhal Suriye topraklarından çıkması istemini iletti… Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi geri durur mu; onlar da Türkiye'yi şiddetle kınadı tabii!.. Uzatmayayım, tüm Avrupa ülkeleri aynı kafada; Fransa Türkiye'ye nota vermeye hazırlanıyor…
Almanya, İngiltere zaten en başından beri bu harekata karşı çıkmıştı… Avrupa Konseyi de tıpkı ABD gibi ağır yaptırımları görüşmek üzere toplanıyor!”
İşte tam da bu durumda sorulması gereken çok önemli birkaç soru var:
***
‘Asker seferde ise sorgulama ve eleştiri biter!’ görüşüne katılıyorum. Türk halkı veya Türkiye’de yaşayan ve ortak çıkar etrafında kenetlenen halklar, yaşanan durumlara ilişkin sorgulamayı askerimizin moralini bozmamak için ilk siyasi seçime veya askerimizin dönüş gününe bırakabilir. Hem o güne dek kararları etkileyecek çokça veri de oluşmuş olur.
Durumun istisnası ise şu: Sivil halktan farklı olarak ‘ülkeyi yönetenler’, iktidar ve muhalefet, bu sorgulamayı şimdi, askeri harekâtla eşzamanlı olarak; ama parti politikalarını geri plana itip ulusal çıkarlarımızı her şeyin üzerinde tutarak ve mutlaka ‘çözüm odaklı’ yapmalılar; ortak bir çıkış oluşturmalılar; çünkü Silahlı Kuvvetlerimize kayıtsız koşulsuz güvensek de içine düştüğümüz berbat, ikiyüzlü, etik ve hukuk dışı küresel dezenformasyon girdabından çıkmanın ve işleyen süreç içerisinde yeni ittifaklar oluşturmanın en kestirme yolu bu sivil ve diplomatik ataktan geçiyor.
-Eğer haklı davamızda güçlü bir müttefikimiz yoksa bu hangi hatalarımızın sonucudur?
-Ve o hatayı şimdi birlikte nasıl telafi edebiliriz?..
***
Sonuç:
Türkiye’miz, bugün Fırat’ın doğusunda oluşturulan ve kendi toprak bütünlüğünü doğrudan tehdit eden bir illegal-terörist yapılanmaya karşı haklı bir mücadele veriyor.
11 Eylül’ü, Londra ve Paris saldırılarını, o saldırılardan sonraki refleksini çok çabuk unutan Batı ise bu ikilem içerisinde aslında kendi karanlık tarafıyla yüzleşiyor.
Bizim mücadelemiz, Kürt kardeşlerimize ya da Araplara veya Suriye devletine karşı değil, otoritenin olmadığı bir bölgede at koşturan kukla unsurlara karşı. O unsurlar da aslında emperyalistler dışında hiç kimseyi ve hiçbir inancı temsil etmiyor!
Ve ne olursa olsun biz moralimizi yüksek, sorgulama becerimizi canlı tutalım:
Diyelim ki ‘Bu da geçer ya Hû’…
İllaki geçer; çünkü ‘Fırat’ın doğrusu’, ‘Fırat’ın doğusu’ metaforundan daha eski, daha önemli ve daha güçlüdür.
Biz buralıyız. Amerikalılardan da Ruslardan da daha iyi biliriz ki Fırat’ın ‘doğrusu’ şudur:
Buralıları bu bölge var eder, yaşatır; bu bölgeyi de buralılar var eder, yaşatır.
Amerikalılar, Ruslar, Avrupalılar değil!
‘Politika ve uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda hiç kimse sonsuza kadar dostumuz değildir…
Ve yine hiç kimse geri döndürülemez biçimde düşmanımız da değildir…’
Bununla birlikte; elbette halklar ve devletler arasında köklü bağlar, akrabalıklar, derin çıkar ilişkileri, ticari veya politik ortaklıklar var; bu bağlar, toplumlar ve devletler arasında ‘birbirini olabildiğince incitmeme’ duyarlılığı doğurabiliyor ama bu bile ‘mutlak ve değişmez’ bir şey değil !
Bahsettiğim politik gerçeğin örnekleri çoktur:
Türkiye’yle Azerbaycan arasında…
İngiltere’yle Almanya arasında…
Amerika’yla Rusya arasında…
Başka ülkelerle diğer başka ülkeler arasında…
Ve fakat her uluslararası platformda belki de tek güçlü destekçisi durumunda olduğumuz Filistin devletinin, Silahlı Kuvvetlerimiz tarafından Suriye’nin kuzeyindeki terör yuvalarına yönelik olarak başlatılan ‘Barış Pınarı’ harekâtını kınaması, sözünü ettiğim bu politik gerçeğin belki de en güncel ve en dramatik örneği oldu.
‘Filistin devleti’ dediğimin altını özellikle çizmek isterim.
Filistin devletinin diplomatik zorunluluklarıyla, politik zayıflığıyla, ucuz çıkar hesaplarıyla ya da belki uğradığı ağır şantajlarla; ‘mazlum Filistin halkının’ dostluk elini hep hak edecek olması aynı şey değil…
Filistin halkına küsersek ‘duygusal davranma’ hatasına düşmüş oluruz. Nitekim Filistin’de doğacak kamuoyu tepkisi ve yapılacak ilk seçimler, devlet ile toplumun her zaman aynı şey olmadığını gösterecektir diye düşünüyorum.
Böyle düşünüyor olmam, Arap Birliği güdümündeki Mahmud Abbas Hükumetinin sergilediği ‘korkaklığın’ bir şekilde haklı görülüp onaylanabileceği anlamına gelmiyor elbette.
Ben, sadece bunun ‘olağan bir durum’ olduğundan söz ediyorum.
Bu durum bizi kırdıysa eğer; onun öncesinde duygusallığımızı ve politik durumları duyguya bulayarak tahlil etme alışkanlığımızı masaya yatırmalıyız.
Ve işte orada fazla da abartmadan Kissinger’ı anımsamalıyız:
Ülkelerin dostları yoktur, çıkarları vardır!
***
Silahlı Kuvvetlerimizin, Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin 51. Maddesinde geçen ‘meşru müdafaa hakkını’ kullanarak otoritenin tümüyle yok olduğu, terör ve hukuksuzluk kıskacında darmadağın olan Suriye’nin kuzeyindeki topraklara girmesi, Türkiye’ye karşı anında ve topyekün bir tepki ile dezenformasyon dalgası doğurdu.
Bu dalgayı harekâtın ilk günlerinde Sözcü’den Ümit Zileli şöyle özetliyordu:
“İspanya, Türkiye'de bulunan Patriot füzelerini geri çekebileceğini açıkladı!.. Norveç, Türkiye'ye silah satışını durdurdu!.. İsrail, dünyanın Türkiye karşısında birlik olarak Kürtlere yapılan katliamın durdurması çağrısında bulundu. Başbakan Netanyahu, ülkesinin Kürtlere insani yardım yapmak için elinden geleni yapacağını söyledi!..
Kervana Arap Birliği ülkeleri de katıldı tabii; çoğu ABD'nin kucağında oturan Arap kardeşlerimiz de el birliğiyle Türkiye'yi bir güzel kınadı!
İtalya Roma Büyükelçimizi çağırıp Türkiye'nin derhal Suriye topraklarından çıkması istemini iletti… Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi geri durur mu; onlar da Türkiye'yi şiddetle kınadı tabii!.. Uzatmayayım, tüm Avrupa ülkeleri aynı kafada; Fransa Türkiye'ye nota vermeye hazırlanıyor…
Almanya, İngiltere zaten en başından beri bu harekata karşı çıkmıştı… Avrupa Konseyi de tıpkı ABD gibi ağır yaptırımları görüşmek üzere toplanıyor!”
İşte tam da bu durumda sorulması gereken çok önemli birkaç soru var:
- Şu anda bize destek olabilecek güvenilir müttefikimiz kimdir ya da müttefiklerimiz kimlerdir?
- Onları (müttefiklerimizi) kendi haklı davamızla ilgili olarak nasıl daha fazla yanımıza çekebiliriz; desteklerini nasıl artırabiliriz?
- Eğer güçlü bir müttefikimiz yoksa bu hangi hatalarımızın sonucudur?
- Ve bir taraftan içinde bulunduğumuz çatışmayı kazanmak bir taraftan da diplomatik yalnızlıktan kurtulmak için nasıl bir strateji geliştirmeliyiz, ne yapmalıyız?..
***
‘Asker seferde ise sorgulama ve eleştiri biter!’ görüşüne katılıyorum. Türk halkı veya Türkiye’de yaşayan ve ortak çıkar etrafında kenetlenen halklar, yaşanan durumlara ilişkin sorgulamayı askerimizin moralini bozmamak için ilk siyasi seçime veya askerimizin dönüş gününe bırakabilir. Hem o güne dek kararları etkileyecek çokça veri de oluşmuş olur.
Durumun istisnası ise şu: Sivil halktan farklı olarak ‘ülkeyi yönetenler’, iktidar ve muhalefet, bu sorgulamayı şimdi, askeri harekâtla eşzamanlı olarak; ama parti politikalarını geri plana itip ulusal çıkarlarımızı her şeyin üzerinde tutarak ve mutlaka ‘çözüm odaklı’ yapmalılar; ortak bir çıkış oluşturmalılar; çünkü Silahlı Kuvvetlerimize kayıtsız koşulsuz güvensek de içine düştüğümüz berbat, ikiyüzlü, etik ve hukuk dışı küresel dezenformasyon girdabından çıkmanın ve işleyen süreç içerisinde yeni ittifaklar oluşturmanın en kestirme yolu bu sivil ve diplomatik ataktan geçiyor.
-Eğer haklı davamızda güçlü bir müttefikimiz yoksa bu hangi hatalarımızın sonucudur?
-Ve o hatayı şimdi birlikte nasıl telafi edebiliriz?..
***
Sonuç:
Türkiye’miz, bugün Fırat’ın doğusunda oluşturulan ve kendi toprak bütünlüğünü doğrudan tehdit eden bir illegal-terörist yapılanmaya karşı haklı bir mücadele veriyor.
11 Eylül’ü, Londra ve Paris saldırılarını, o saldırılardan sonraki refleksini çok çabuk unutan Batı ise bu ikilem içerisinde aslında kendi karanlık tarafıyla yüzleşiyor.
Bizim mücadelemiz, Kürt kardeşlerimize ya da Araplara veya Suriye devletine karşı değil, otoritenin olmadığı bir bölgede at koşturan kukla unsurlara karşı. O unsurlar da aslında emperyalistler dışında hiç kimseyi ve hiçbir inancı temsil etmiyor!
Ve ne olursa olsun biz moralimizi yüksek, sorgulama becerimizi canlı tutalım:
Diyelim ki ‘Bu da geçer ya Hû’…
İllaki geçer; çünkü ‘Fırat’ın doğrusu’, ‘Fırat’ın doğusu’ metaforundan daha eski, daha önemli ve daha güçlüdür.
Biz buralıyız. Amerikalılardan da Ruslardan da daha iyi biliriz ki Fırat’ın ‘doğrusu’ şudur:
Buralıları bu bölge var eder, yaşatır; bu bölgeyi de buralılar var eder, yaşatır.
Amerikalılar, Ruslar, Avrupalılar değil!