İlk şiirimi sekiz yaşındayken yazmıştım.
Buna dair bazı ayrıntıları hatırlıyorum:
O yaştayken öğrencisi olduğum Oltu 25 Mart İlkokulu’nun arka bahçesinde can çekişen bir elma ağacı vardı. Bir tek yeşil dalı dışında bütün gövdesi kurumuştu. Onun hakkında yazmıştım.
Nur içinde yatsın, ilkokul öğretmenim sevgili Nadiye Polat çok beğenip göz yaşları içinde sınıfımızın duvarına asmıştı şiirimi. O an öğretmenimi o kadar dikkatli izlemiştim ki ‘Eğer okuyanın gözü yaşarırsa o şiir iyidir’ gibi bir his kaplamıştı içimi.
Ve ben, bunu daha ilk şiirimle başarabilmiştim (!?)
O şiirle başlayan serüvenim bugüne dek kesintisiz devam etti.
Dokuz yaşında Günay Halamı, on yaşında dedemi şiirlerimle ağlatmayı başardım.
Fakat o üç göz yaşartıcı şiirim de dahil, ortaokulu bitirdiğim zamana kadar karaladığım bütün şiirler kayıp…
Üzülmüyorum; çünkü onlar aslında şiir değildi.
Birer manzume, birer ‘deneme’ idi onlar…
Liseye başladıktan sonra ise yazdıklarımın bir kısmını ayıklamaya, özel sandukalarda saklamaya başladım.
Sonra onların içinden de beğenmediklerim, yırtıp attıklarım oldu…
Ama son iki yıldır çok daha başka türlü bir çaba içindeyim.
Uzak geçmişte -bu durumda en uzak geçmişim 80’lerin başı oluyor- karaladıklarım da dahil, saklamaya değer bulduğum bütün şiirlerimi daha iyi arşivlemek ve aslında belki sadece kendi şiir yolculuğumu daha iyi takip edebilmek için bilgisayar ortamına aktardım.
Şimdi sayıyorum, ayıklıyorum, bazılarını bir araya getirip bir çeşit nehir-kitap oluşturmaya çalışıyorum ve görüyorum ki dört beş ayrı kitabı dolduracak kadar, neredeyse iki bin şiir yazmışım. Bunlar sadece ayıklayıp saklayabildiklerim.
Ve elbette bu sayı aslında hiçbir şey ifade etmiyor!
Kırk yılda kırk bin şiir yazmış olsam da hiçbir şey ifade etmezdi…
Hayalini kurduğum, o bütünüyle bana özgü, o ‘hiç yazılmamış’ şiiri yazamadıktan sonra kaç yılda, kaç şiir yazdığımın ne önemi var?
Öte yandan…
Yıllarca şiir yazmış ve hâlâ yazıyor olmamın da özel bir hikâyesi var:
Lise öğrenimimin bir bölümünde olaylara yaklaşım tarzını ve edebiyatı ele alışını hiç sevmediğim, öğrencilere -özellikle de biz parasız yatılı öğrencilere- karşı çok soğuk davranan bir edebiyat öğretmenimiz vardı.
Edebiyatı haz alarak değil, ‘zorunlu hizmet yapıyormuş gibi’ işliyordu.
Dersine katıldığımı, parmak kaldırdığımı, sınıfımızda cereyan etmiş yüzlerce dersinin birinden bile azıcık olsun haz aldığımı hatırlamam. Yani yaptığı iş onun için ne kadar ‘zorunluysa’ onun dersi de benim için aynı oranda gönülden ve gönüllülükten uzaktı. Bu yüzden de şiir yazdığımdan o öğretmenime hiç bahsetmemiştim.
Sonra bir gün, bir arkadaşım olmadık yerde ‘Öğretmenim, biliyor musunuz Savaşkan şiir yazıyor, o şair’ dedi.
Anlam verememekle dalga geçmek arası tuhaf bir bakışla beni süzen edebiyat öğretmenimiz, ‘Bu yaşta herkes şiir yazar, Savaşkan bile yazar. Hem kırk yaşındayken şiir yazabilen insana şair denir!’ diye karşılık verdi.
O cümle, özellikle de o ‘bile’ sözcüğü, sanki kırk kişilik sınıfta yankılandı, yankılandı, yankılandı…
Hadi beni anlamasını ya da övmesini geçtim, öğretmenimizin henüz 28’indeyken ölmüş Alman şair Novalis’ten ve yine onun yurttaşı, 24’ünü bitirmeden ölmüş şair Wilhelm Hauff’tan; 28’inde geride muazzam lirikler bırakarak hayata veda eden Gerrit Engelke’den; dolayısıyla kırkını göremeden ünlenmiş şairlerden haberdar olmaması mümkün müydü?
16’sında bir liselinin, lisesinin mütevazı kütüphanesinden bulup okuduğu bütün o şairleri bir edebiyat öğretmeninin bilmiyor olması mümkün olabilir miydi?
Öleymiş demek ki!
Ve noktayı koydu öğretmenimiz: ‘Kapatın bu konuyu, sizin yaşınızda şair olunmaz! Açın bakalım edebiyat kitaplarınızı !..’
Kitabımı açmadım…
Sustum, yutkundum, üzülmenin dışında bir duygu kapladı içimi.
O duygu bir tortu gibi içime oturdu; aylarca, yıllarca çözülmedi.
Fakat tuhaf bir şey oldu: Sevmediğim öğretmenimin o sözü, beni en çok sevdiğim şeye sıkı sıkıya bağladı. Aksini kanıtlayacağıma dair söz verdim kendime.
Yirmi yaş eşiğinde… Sözümü yineledim ve şiir yazmaya devam ettim…
Sonra otuz yaş eşiğinde… Sözümü yineledim ve şiir yazmayı sürdürdüm…
Ve nihayet tam da öğretmenimin dediği o ‘kırk yaş eşiğinde’ durup kendimi yokladım; hâlâ şiir okumayı çok çok seviyordum, hâlâ şiir yazabiliyordum ve daha önemlisi, ‘şiiri hâlâ çok önemsiyordum’.
Biraz daha zaman geçti; ama şimdi de kesinlikle öyle:
Şiir yazmanın, şiir üzerine hâlâ titizce ve kararlıca ‘çalışmanın’ hayatımı olduğundan çok daha anlamlı kıldığını düşünüyorum. Önem verdiğim her şey, ben şiir yazdıkça sanki bir çeşit koruyucu parlak cilayla kaplanıyor ve bir bakıma onların ömürlerini uzatıyorum.
Şiir yazdıkça özgürleşiyorum…
Düzyazıyla anlatamadıklarımı şiirle anlatabiliyorum. Halbuki çoğu insan edebiyat yoluyla gerçekleşen iletişimde bunun tersinin olduğunu düşünür…
Ve şiir yazdıkça hayatın daha derinine iniyorum; etrafımda cereyan eden basitliklerden sıyrılıyorum; sözcükleri, çevremdeki insanları ve öteki varlıkları, hatta sıradan eşyayı bile yeniden keşfediyorum; onların varoluş hikâyelerine dönük yeni bakış açıları geliştiriyorum ve öylelikle de daha iyi(leşmiş) ve edilgenlikten kurtulmuş bir ‘dünya misafiri’ olabildiğimi hissediyorum.
(…)
(Devamı yarın…)
Buna dair bazı ayrıntıları hatırlıyorum:
O yaştayken öğrencisi olduğum Oltu 25 Mart İlkokulu’nun arka bahçesinde can çekişen bir elma ağacı vardı. Bir tek yeşil dalı dışında bütün gövdesi kurumuştu. Onun hakkında yazmıştım.
Nur içinde yatsın, ilkokul öğretmenim sevgili Nadiye Polat çok beğenip göz yaşları içinde sınıfımızın duvarına asmıştı şiirimi. O an öğretmenimi o kadar dikkatli izlemiştim ki ‘Eğer okuyanın gözü yaşarırsa o şiir iyidir’ gibi bir his kaplamıştı içimi.
Ve ben, bunu daha ilk şiirimle başarabilmiştim (!?)
O şiirle başlayan serüvenim bugüne dek kesintisiz devam etti.
Dokuz yaşında Günay Halamı, on yaşında dedemi şiirlerimle ağlatmayı başardım.
Fakat o üç göz yaşartıcı şiirim de dahil, ortaokulu bitirdiğim zamana kadar karaladığım bütün şiirler kayıp…
Üzülmüyorum; çünkü onlar aslında şiir değildi.
Birer manzume, birer ‘deneme’ idi onlar…
Liseye başladıktan sonra ise yazdıklarımın bir kısmını ayıklamaya, özel sandukalarda saklamaya başladım.
Sonra onların içinden de beğenmediklerim, yırtıp attıklarım oldu…
Ama son iki yıldır çok daha başka türlü bir çaba içindeyim.
Uzak geçmişte -bu durumda en uzak geçmişim 80’lerin başı oluyor- karaladıklarım da dahil, saklamaya değer bulduğum bütün şiirlerimi daha iyi arşivlemek ve aslında belki sadece kendi şiir yolculuğumu daha iyi takip edebilmek için bilgisayar ortamına aktardım.
Şimdi sayıyorum, ayıklıyorum, bazılarını bir araya getirip bir çeşit nehir-kitap oluşturmaya çalışıyorum ve görüyorum ki dört beş ayrı kitabı dolduracak kadar, neredeyse iki bin şiir yazmışım. Bunlar sadece ayıklayıp saklayabildiklerim.
Ve elbette bu sayı aslında hiçbir şey ifade etmiyor!
Kırk yılda kırk bin şiir yazmış olsam da hiçbir şey ifade etmezdi…
Hayalini kurduğum, o bütünüyle bana özgü, o ‘hiç yazılmamış’ şiiri yazamadıktan sonra kaç yılda, kaç şiir yazdığımın ne önemi var?
Öte yandan…
Yıllarca şiir yazmış ve hâlâ yazıyor olmamın da özel bir hikâyesi var:
Lise öğrenimimin bir bölümünde olaylara yaklaşım tarzını ve edebiyatı ele alışını hiç sevmediğim, öğrencilere -özellikle de biz parasız yatılı öğrencilere- karşı çok soğuk davranan bir edebiyat öğretmenimiz vardı.
Edebiyatı haz alarak değil, ‘zorunlu hizmet yapıyormuş gibi’ işliyordu.
Dersine katıldığımı, parmak kaldırdığımı, sınıfımızda cereyan etmiş yüzlerce dersinin birinden bile azıcık olsun haz aldığımı hatırlamam. Yani yaptığı iş onun için ne kadar ‘zorunluysa’ onun dersi de benim için aynı oranda gönülden ve gönüllülükten uzaktı. Bu yüzden de şiir yazdığımdan o öğretmenime hiç bahsetmemiştim.
Sonra bir gün, bir arkadaşım olmadık yerde ‘Öğretmenim, biliyor musunuz Savaşkan şiir yazıyor, o şair’ dedi.
Anlam verememekle dalga geçmek arası tuhaf bir bakışla beni süzen edebiyat öğretmenimiz, ‘Bu yaşta herkes şiir yazar, Savaşkan bile yazar. Hem kırk yaşındayken şiir yazabilen insana şair denir!’ diye karşılık verdi.
O cümle, özellikle de o ‘bile’ sözcüğü, sanki kırk kişilik sınıfta yankılandı, yankılandı, yankılandı…
Hadi beni anlamasını ya da övmesini geçtim, öğretmenimizin henüz 28’indeyken ölmüş Alman şair Novalis’ten ve yine onun yurttaşı, 24’ünü bitirmeden ölmüş şair Wilhelm Hauff’tan; 28’inde geride muazzam lirikler bırakarak hayata veda eden Gerrit Engelke’den; dolayısıyla kırkını göremeden ünlenmiş şairlerden haberdar olmaması mümkün müydü?
16’sında bir liselinin, lisesinin mütevazı kütüphanesinden bulup okuduğu bütün o şairleri bir edebiyat öğretmeninin bilmiyor olması mümkün olabilir miydi?
Öleymiş demek ki!
Ve noktayı koydu öğretmenimiz: ‘Kapatın bu konuyu, sizin yaşınızda şair olunmaz! Açın bakalım edebiyat kitaplarınızı !..’
Kitabımı açmadım…
Sustum, yutkundum, üzülmenin dışında bir duygu kapladı içimi.
O duygu bir tortu gibi içime oturdu; aylarca, yıllarca çözülmedi.
Fakat tuhaf bir şey oldu: Sevmediğim öğretmenimin o sözü, beni en çok sevdiğim şeye sıkı sıkıya bağladı. Aksini kanıtlayacağıma dair söz verdim kendime.
Yirmi yaş eşiğinde… Sözümü yineledim ve şiir yazmaya devam ettim…
Sonra otuz yaş eşiğinde… Sözümü yineledim ve şiir yazmayı sürdürdüm…
Ve nihayet tam da öğretmenimin dediği o ‘kırk yaş eşiğinde’ durup kendimi yokladım; hâlâ şiir okumayı çok çok seviyordum, hâlâ şiir yazabiliyordum ve daha önemlisi, ‘şiiri hâlâ çok önemsiyordum’.
Biraz daha zaman geçti; ama şimdi de kesinlikle öyle:
Şiir yazmanın, şiir üzerine hâlâ titizce ve kararlıca ‘çalışmanın’ hayatımı olduğundan çok daha anlamlı kıldığını düşünüyorum. Önem verdiğim her şey, ben şiir yazdıkça sanki bir çeşit koruyucu parlak cilayla kaplanıyor ve bir bakıma onların ömürlerini uzatıyorum.
Şiir yazdıkça özgürleşiyorum…
Düzyazıyla anlatamadıklarımı şiirle anlatabiliyorum. Halbuki çoğu insan edebiyat yoluyla gerçekleşen iletişimde bunun tersinin olduğunu düşünür…
Ve şiir yazdıkça hayatın daha derinine iniyorum; etrafımda cereyan eden basitliklerden sıyrılıyorum; sözcükleri, çevremdeki insanları ve öteki varlıkları, hatta sıradan eşyayı bile yeniden keşfediyorum; onların varoluş hikâyelerine dönük yeni bakış açıları geliştiriyorum ve öylelikle de daha iyi(leşmiş) ve edilgenlikten kurtulmuş bir ‘dünya misafiri’ olabildiğimi hissediyorum.
(…)
(Devamı yarın…)