(Dünkü yazının devamı)
(…) Bir gün olur da düşlediğim o poetikayı yazmayı başarabilirsem başlangıcında muhtemelen şu ifade yer alır:
Hayata şiir açısından bakmayı, neyin-nasıl şiire dönüşebileceğini araştırmayı; keza başkalarının yazdıkları şiirlerde de hayatın nasıl ele alındığını çözümlemeye çalışmayı çok önemsiyorum.
Kırkımdan sonra da böyle olmasını, elbette şiire aşkla bağlı olmama ve ona ömür boyu sadakat göstermeme borçluyum...’
Demek ki lisedeyken ‘edebiyatı sevmiyor; bırakınız anlatmayı, anlamıyor bile’ diye benim de kendisini hiç sevmediğim o edebiyat öğretmenim, bana sevdiğim bütün öğretmenlerimin yükleyemediği kadar güçlü bir motivasyon yüklemiş, istemeden de olsa:
Şiire aşkla bağlamış beni; bende şiire karşı kırılmaz bir kararlılık ve sadakat uyandırmış…
Öyle ki çekirdeğinde bir çeşit öfke ve inatlaşma olsa da içime sızan sabır ve sadakat cevheri, gençliğin o muhteşem uçarılığı yüreğimi terk etmişken de bana hâlâ şiir yazdırıyor.
Üstelik yazdıklarımın hepsini defterlerde de biriktirmiyorum artık: Dergâh, Uzun Sokak, Yedi İklim, Adam Sanat, Turnalar, Güncel Sanat gibi ağır edebiyat dergilerinde sayısını unuttuğum kadar şiirim yayımlandı.
Hasbelkader ödüller de verdiler, sağolsunlar.
Ve şimdi göz yaşartıcı olmak için değil; hırsla değil, başlangıçtaki gibi öğretmenime kızdığım için falan da değil, tamamen bambaşka bir içgüdüyle, doğrudan doğruya ‘adanmışlıkla’ şiir yazıyorum.
Şiirle iç içe oldukça, okudukça ve yazdıkça, beğenmediğim bir dünya içinde kendi dünyamı, kendi sırça köşkümü, kendi fildişi kulemi, kendi sabun baloncuğumu büyüttüğümü sanıyorum.
Bu belki çocukçadır; ama olsun!
Çocuklaşmak kime zarar vermiş?
***
Şimdi, kâğıda dökünce daha iyi farkına vardım ki şiire niye böyle tutkuyla bağlandığımı ilk kez bu kadar anlaşılır biçimde, ilk kez bu kadar derinlemesine düşündüm, yazdım, açıkladım (tabii kendime)…
Buna rağmen kırk yılda birkaç bin şiir yazıp da bir tek şiir kitabı bile yayımlatamamış olmam tamamen başka bir hikâye:
İşin bu tarafı biraz da kendi özgün ürünümü, başka hiç kimsenin şiirine benzemeyecek şiirimi -hâlâ yana yakıla- arıyor olmamla ilgili.
Değer verdiğim eleştirmenlerimin, mesela ilk gerçek şiir hocam Mahmut Şahin’in, ‘İşte bu Savaşkan’ın şiiri… Tamam, işte bu olmuş!’ diyeceği o muhtemel günü sabırla beklemekle ilgili.
Sonra…
Onca şiir yazmış olmama rağmen hiç şiir kitabımı yayınlatmamış ve bu bağlamda bana yayınevlerinden, özellikle de yazdığım dergilerin çevrelerinden gelen teklifleri becerebildiğim kadar alçak gönüllülükle geri çevirmiş olmam, henüz bir poetika geliştirememiş (şiir üzerine düşüncelerimi, kişisel teorimin bütününü kusursuz bir metne dökememiş) olmamla da ilgili. Demin de demeye çalıştığım gibi…
Hani belki biraz tevazuyla da ilgilidir bu ‘kitapsızlık durumu’…
Ve yani neyim ki daha, kimim ki ben?..
(…) Bir gün olur da düşlediğim o poetikayı yazmayı başarabilirsem başlangıcında muhtemelen şu ifade yer alır:
Hayata şiir açısından bakmayı, neyin-nasıl şiire dönüşebileceğini araştırmayı; keza başkalarının yazdıkları şiirlerde de hayatın nasıl ele alındığını çözümlemeye çalışmayı çok önemsiyorum.
Kırkımdan sonra da böyle olmasını, elbette şiire aşkla bağlı olmama ve ona ömür boyu sadakat göstermeme borçluyum...’
Demek ki lisedeyken ‘edebiyatı sevmiyor; bırakınız anlatmayı, anlamıyor bile’ diye benim de kendisini hiç sevmediğim o edebiyat öğretmenim, bana sevdiğim bütün öğretmenlerimin yükleyemediği kadar güçlü bir motivasyon yüklemiş, istemeden de olsa:
Şiire aşkla bağlamış beni; bende şiire karşı kırılmaz bir kararlılık ve sadakat uyandırmış…
Öyle ki çekirdeğinde bir çeşit öfke ve inatlaşma olsa da içime sızan sabır ve sadakat cevheri, gençliğin o muhteşem uçarılığı yüreğimi terk etmişken de bana hâlâ şiir yazdırıyor.
Üstelik yazdıklarımın hepsini defterlerde de biriktirmiyorum artık: Dergâh, Uzun Sokak, Yedi İklim, Adam Sanat, Turnalar, Güncel Sanat gibi ağır edebiyat dergilerinde sayısını unuttuğum kadar şiirim yayımlandı.
Hasbelkader ödüller de verdiler, sağolsunlar.
Ve şimdi göz yaşartıcı olmak için değil; hırsla değil, başlangıçtaki gibi öğretmenime kızdığım için falan da değil, tamamen bambaşka bir içgüdüyle, doğrudan doğruya ‘adanmışlıkla’ şiir yazıyorum.
Şiirle iç içe oldukça, okudukça ve yazdıkça, beğenmediğim bir dünya içinde kendi dünyamı, kendi sırça köşkümü, kendi fildişi kulemi, kendi sabun baloncuğumu büyüttüğümü sanıyorum.
Bu belki çocukçadır; ama olsun!
Çocuklaşmak kime zarar vermiş?
***
Şimdi, kâğıda dökünce daha iyi farkına vardım ki şiire niye böyle tutkuyla bağlandığımı ilk kez bu kadar anlaşılır biçimde, ilk kez bu kadar derinlemesine düşündüm, yazdım, açıkladım (tabii kendime)…
Buna rağmen kırk yılda birkaç bin şiir yazıp da bir tek şiir kitabı bile yayımlatamamış olmam tamamen başka bir hikâye:
İşin bu tarafı biraz da kendi özgün ürünümü, başka hiç kimsenin şiirine benzemeyecek şiirimi -hâlâ yana yakıla- arıyor olmamla ilgili.
Değer verdiğim eleştirmenlerimin, mesela ilk gerçek şiir hocam Mahmut Şahin’in, ‘İşte bu Savaşkan’ın şiiri… Tamam, işte bu olmuş!’ diyeceği o muhtemel günü sabırla beklemekle ilgili.
Sonra…
Onca şiir yazmış olmama rağmen hiç şiir kitabımı yayınlatmamış ve bu bağlamda bana yayınevlerinden, özellikle de yazdığım dergilerin çevrelerinden gelen teklifleri becerebildiğim kadar alçak gönüllülükle geri çevirmiş olmam, henüz bir poetika geliştirememiş (şiir üzerine düşüncelerimi, kişisel teorimin bütününü kusursuz bir metne dökememiş) olmamla da ilgili. Demin de demeye çalıştığım gibi…
Hani belki biraz tevazuyla da ilgilidir bu ‘kitapsızlık durumu’…
Ve yani neyim ki daha, kimim ki ben?..