
Bu köşede yayımlanmış bir önceki yazımda ‘Keder nedir?’ diye sormuş, kendi kendime yanıt verirken de yaşamış en büyük şairlerden birinden, Fuzuli’nin (1494-1556) ünlü bir gazelinden iki beyit alıntılamıştım.
Aradan geçen günlerde sizden aldığım yankılar şunu gösteriyor: Keder tarafı bir yana, Fuzuli’ye müthiş bir merak var. Belki genel anlamda Divan edebiyatımıza…
O güzel yankılardan birinde ‘Savaşkan hocam, şu gazelin tamamını yazıp kısaca da olsa değerlendirir misiniz?’ diyen eski öğrencim Sevgili Doktor Gökhan T.’yi kırmayacağım. Geçmişte ‘Türk Edebiyatı veya Edebi Metinler’ derslerinde defalarca ve defalarca sanat, edebiyat ve hayat üzerine söyleştiğim Gökhan’la ve tüm eski öğrencilerimle, yıllar sonra, şimdi bir ders daha yapacağız:
Bu çok ünlü gazel, telmihlerle yüklü o ünlü Kerbela şehrinde 1494 yılında doğduğu tahmin edilen Fuzuli’nin olgunluk çağında, yine tahminen 50’li yaşlarında yazdığı bir şiir. Bu arada o büyük dehanın bütün ürünlerini sadece 62 yıllık bir yaşama sığdırdığını öğrenmek insanı hem üzüyor hem hayrete düşürüyor…
O dönemde şairler arasında oldukça zorlu bir gelenek egemen: Şiirler ‘aruz vezni’ ile yazılıyor. Bir çeşit matematik-ses örgüsü problemi gibidir aruz ölçüsü ve Fuzuli de bir aruz ustası olarak şiirinde ‘Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün’ kalıbını kullanıyor. Bu kalıp, tıpkı bir Sanat Müziği makamı gibi, coşkulu bir söyleyiş katıyor şiire…
Ve işte o şiirinin tamamında Fuzuli tam yarım milenyum önce şöyle sesleniyordu hekimine, sevgilisine ve okuruna:
Âşiyân-ı murg-i dil zülf-i perîşânundadur
Kande olsam ey perî gönlüm senün yanundadır
Aşk derdiyle hôşem el çek ilâcumdan tabîb
Kılma dermân kim helâküm zehri dermânundadur
Çekme dâmen nâz edüp üftâdelerden vehm kıl
Göklere açılmasun eller ki dâmânundadur
(…)
Ben, ‘Keder nedir?’ başlıklı bu dizi yazının birinci bölümünde ‘Siz araştırın, bir güzel meşgale olsun…’ diyerek gazelden alıntıladığım ikinci ve yedinci beyitlerin günümüz Türkçesine aktarımlarını okurlarımla paylaşmamıştım.
Ama bu defa sadece şiirin tamamının günümüz Türkçesine aktarımını değil, beraberinde farklı kaynaklarda geçen haliyle açıklamalarını da paylaşacağım.
Ne de olsa bu bir ders, bir edebiyat dersi.
Başlayalım:
Ey sevgili, gönül kuşunun yuvası, saçlarının içindedir. (Sevgili saçlarını topuz yapar ve konulacak bir kuş yuvasını andırır. İşte saçının o hali ve o yuva, âşığın gönül kuşunun yuvasıdır)
Ve ey sevgili, ben nerde olursam olayım, gönlüm senin yanındadır. (Dizinin dibinde sana Yemen kadar uzak değilsem eğer, bu, Yemen’de de olsam, dizinin dibi kadar sana yakınım demektir. İster çok uzaklarda yaşa, isterse kilometreler girsin araya, ey sevgili, sana uzak değilim ki. Gözlerinin daldığı yerdeyim…)
Ey tabip. Ben, aşk derdinden mecnunum. Bana ilaç vermekten vazgeç. Çünkü benim derdim, dermânımdır. (Derdim, bana güç veren, beni ayakta tutan, yaşadığımı hissettiren şeydir. Beni öldürecek olan zehirse, senin ilâcındır. Çünkü gönlümdeki aşk ateşi söndüğünde, artık bu gönlün bir anlamı kalmamıştır. Artık hiçbir işe yaramaz. Ey tabip, benim derdimin ilacı, derdimin kendisidir. Ben derdimden hoşnutum. Ben sevgiliye senden gelen her dert başım üzre diye ahd verenlerdenim. Ben, ey sevgili, lütfun da kahrın da hoş diyen âşıklardanım. Ben Kabe’de “bana Leyla’yı unuttur!” diye dilek sunmak yerine “Derdimi artır!” diyen bir kalbin Kevser’iyim. O halde hoşnut olduğum ve artık gönlümün ayrılmaz bir parçası olan derdime dokunma! Çünkü benim devâm, derdimde gizli…)
Aynı beyit, İskender Pala’nın yaklaşımıyla ise; ‘Aşk hastasının can ve gönül derdine en hazık hekim, hiç şüphesiz sevgilinin ya kendisi (yakın olsun diye) veya dudağıdır (bir çift söz ederek, tıpkı Hz. İsa gibi ölü gönülleri diriltsin diye). Öte yandan sevgilinin aşkı hem derttir hem de o derdin dermanı veya tabibi. Gamzesi bir cerrah olup âşıkın bağrını yarınca gerekli aşk tedavisi de başlamış demektir. Yahut bunun tam tersi; dudaklarından çıkıverecek bir çift söz ile canını alma. Bu söz, sitem de olsa hatta!’ şeklinde ele alınır.
Nazlanarak düşkünlerin eteğini çekme. Eteğine sarılıp yalvaran ellerin göklere açılıp bedduâ etmesinden sakın. (Unutma ki cehennem, âşığı ağlatan kalpsiz sevgililerle doludur. Eziyet ettiğin bu gönül, nerden biliyorsun, Tanrı çok seviyordur. Bu yüzden sadece mazlûmun değil âşığın bedduasından da sakın!)
(Devam edecek…)
Aradan geçen günlerde sizden aldığım yankılar şunu gösteriyor: Keder tarafı bir yana, Fuzuli’ye müthiş bir merak var. Belki genel anlamda Divan edebiyatımıza…
O güzel yankılardan birinde ‘Savaşkan hocam, şu gazelin tamamını yazıp kısaca da olsa değerlendirir misiniz?’ diyen eski öğrencim Sevgili Doktor Gökhan T.’yi kırmayacağım. Geçmişte ‘Türk Edebiyatı veya Edebi Metinler’ derslerinde defalarca ve defalarca sanat, edebiyat ve hayat üzerine söyleştiğim Gökhan’la ve tüm eski öğrencilerimle, yıllar sonra, şimdi bir ders daha yapacağız:
Bu çok ünlü gazel, telmihlerle yüklü o ünlü Kerbela şehrinde 1494 yılında doğduğu tahmin edilen Fuzuli’nin olgunluk çağında, yine tahminen 50’li yaşlarında yazdığı bir şiir. Bu arada o büyük dehanın bütün ürünlerini sadece 62 yıllık bir yaşama sığdırdığını öğrenmek insanı hem üzüyor hem hayrete düşürüyor…
O dönemde şairler arasında oldukça zorlu bir gelenek egemen: Şiirler ‘aruz vezni’ ile yazılıyor. Bir çeşit matematik-ses örgüsü problemi gibidir aruz ölçüsü ve Fuzuli de bir aruz ustası olarak şiirinde ‘Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün’ kalıbını kullanıyor. Bu kalıp, tıpkı bir Sanat Müziği makamı gibi, coşkulu bir söyleyiş katıyor şiire…
Ve işte o şiirinin tamamında Fuzuli tam yarım milenyum önce şöyle sesleniyordu hekimine, sevgilisine ve okuruna:
Âşiyân-ı murg-i dil zülf-i perîşânundadur
Kande olsam ey perî gönlüm senün yanundadır
Aşk derdiyle hôşem el çek ilâcumdan tabîb
Kılma dermân kim helâküm zehri dermânundadur
Çekme dâmen nâz edüp üftâdelerden vehm kıl
Göklere açılmasun eller ki dâmânundadur
(…)
Ben, ‘Keder nedir?’ başlıklı bu dizi yazının birinci bölümünde ‘Siz araştırın, bir güzel meşgale olsun…’ diyerek gazelden alıntıladığım ikinci ve yedinci beyitlerin günümüz Türkçesine aktarımlarını okurlarımla paylaşmamıştım.
Ama bu defa sadece şiirin tamamının günümüz Türkçesine aktarımını değil, beraberinde farklı kaynaklarda geçen haliyle açıklamalarını da paylaşacağım.
Ne de olsa bu bir ders, bir edebiyat dersi.
Başlayalım:
- Birinci beyitin günümüz Türkçesine aktarımı ve anlamsal çözümlemesi:
Ey sevgili, gönül kuşunun yuvası, saçlarının içindedir. (Sevgili saçlarını topuz yapar ve konulacak bir kuş yuvasını andırır. İşte saçının o hali ve o yuva, âşığın gönül kuşunun yuvasıdır)
Ve ey sevgili, ben nerde olursam olayım, gönlüm senin yanındadır. (Dizinin dibinde sana Yemen kadar uzak değilsem eğer, bu, Yemen’de de olsam, dizinin dibi kadar sana yakınım demektir. İster çok uzaklarda yaşa, isterse kilometreler girsin araya, ey sevgili, sana uzak değilim ki. Gözlerinin daldığı yerdeyim…)
- İkinci beyitin günümüz Türkçesine aktarımı ve anlamsal çözümlemesi:
Ey tabip. Ben, aşk derdinden mecnunum. Bana ilaç vermekten vazgeç. Çünkü benim derdim, dermânımdır. (Derdim, bana güç veren, beni ayakta tutan, yaşadığımı hissettiren şeydir. Beni öldürecek olan zehirse, senin ilâcındır. Çünkü gönlümdeki aşk ateşi söndüğünde, artık bu gönlün bir anlamı kalmamıştır. Artık hiçbir işe yaramaz. Ey tabip, benim derdimin ilacı, derdimin kendisidir. Ben derdimden hoşnutum. Ben sevgiliye senden gelen her dert başım üzre diye ahd verenlerdenim. Ben, ey sevgili, lütfun da kahrın da hoş diyen âşıklardanım. Ben Kabe’de “bana Leyla’yı unuttur!” diye dilek sunmak yerine “Derdimi artır!” diyen bir kalbin Kevser’iyim. O halde hoşnut olduğum ve artık gönlümün ayrılmaz bir parçası olan derdime dokunma! Çünkü benim devâm, derdimde gizli…)
Aynı beyit, İskender Pala’nın yaklaşımıyla ise; ‘Aşk hastasının can ve gönül derdine en hazık hekim, hiç şüphesiz sevgilinin ya kendisi (yakın olsun diye) veya dudağıdır (bir çift söz ederek, tıpkı Hz. İsa gibi ölü gönülleri diriltsin diye). Öte yandan sevgilinin aşkı hem derttir hem de o derdin dermanı veya tabibi. Gamzesi bir cerrah olup âşıkın bağrını yarınca gerekli aşk tedavisi de başlamış demektir. Yahut bunun tam tersi; dudaklarından çıkıverecek bir çift söz ile canını alma. Bu söz, sitem de olsa hatta!’ şeklinde ele alınır.
- Üçüncü beyitin günümüz Türkçesine aktarımı ve anlamsal çözümlemesi:
Nazlanarak düşkünlerin eteğini çekme. Eteğine sarılıp yalvaran ellerin göklere açılıp bedduâ etmesinden sakın. (Unutma ki cehennem, âşığı ağlatan kalpsiz sevgililerle doludur. Eziyet ettiğin bu gönül, nerden biliyorsun, Tanrı çok seviyordur. Bu yüzden sadece mazlûmun değil âşığın bedduasından da sakın!)
(Devam edecek…)