Bir Erzurumlu olarak ve memleketimden özümsediğim değerleri hep başımın tacı yaparak ömrümün 48 yılını geride bıraktım; çok şükür, şimdi geriye bakınca farkına varıyorum ki bu ömrün yarıdan fazlasını Akdeniz’de; önce Kıbrıs’ta, Kıbrıs Türk kültür sahasında ve sonra Toros-Yörük kültürü içerisinde yaşamışım.
İklimi saymazsak beni sınayan şey, esasen bir zıtlık değil, aksine hep ‘birbirini tamamlama durumu’ oldu. İşimi kolaylaştıran bir şeydi bu.
Ne sekiz yıllık Kıbrıs döneminde ne de sonraki zamanı dolduran Antalya-Mersin dönemlerinde sığ veya derin kültür çatışması yaşamadım. Tanıdığım, dost olduğum insanlar, benim memleketimde önem taşıyan değerlere -güvene, sadakate, merhamete, Türk kültürüne, müziğimize, geleneksel hoşgörümüze ve misafirperverliğe- sadık, bunlara çok önem veren insanlardı. Geleneklerimiz -mesela misafir ağırlamakla ilgili olanlar, düğün-dernek, cenaze ritüellerimiz- şaşırtıcı benzerlikler içeriyordu:
Hepsinin özünde Anadolu Türk-İslam kültürünün etkisi ön plandaydı. Bununla birlikte hayata bakışımızın üzerinde, bin yıllar boyu kaynaşıp içinde eridiğimiz çok farklı, onlarca medeniyetin etkisi de vardı mutlaka.
Özetle; Can dostum Taylan Kıbrıslı, Refik ağabeyim Manavgatlı, Ali Yasin kardeşim Alanyalı olsa da onlarla ve daha nice dostlarımla birbirimize neredeyse tıpa tıp benziyorduk.
Nüanslar elbette olacaktı.
Askerde tanıştığım muhteşem insan, Komutanım Saffet Yarbay’ın tarif ettiği gibi ‘Yörük, Dadaş’ın deniz görmüşü’ imiş ve ben bunu Yörük coğrafyasında on beş yıla yakın yaşayarak deneyimledim.
Şimdi…
Bu uzun girizgâhtan sonra sözü, bana çok çarpıcı gelen, Yörük kardeşlerimle bir arada yaşarken öğrendiğim bir değere ya da geleneğe getirebilirim: Mor cepken ve kezbence…
O kültürü çok iyi bilen Hasan Horasan araştırıp yazmış. Ben de sosyal medyadaki paylaşımlarının takipçisi olduğum sevgili Kemal İspir’den alıntılıyorum bu anekdotu:
“Yörük Kadını yaşlanıp iyice deneyim kazanınca adı, ünvanı artık ‘Kezbence’ olur.
O, artık oymağının bilge kişisi, akıl danışılanıdır…
Öte yandan göçebe yörüklüğünün kadınlarına tanıdığı bir yüce hak da ‘mor cepken’dir...
Erkeklerin ise korkulu rüyasıdır. Mor cepken, Karacaoğlan türkülerinde geçer. Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir. Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce ‘mor cepken’ konulur. Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir bu...
Yörük kızları, bin yıllar süren bir gelenek eşliğinde istedikleriyle, yani sevip seçtikleri erkekle evlenirlerdi. Başlık parası gibi dayatma da göçebe Yörük kültüründe yoktu.
Ve mor cepken, evlilikte yeri-zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir haktı. Boşanma özgürlüğünün simgesiydi.
Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde mor cepken giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu. Bu ‘Ben bu herifi boşadım’ demekti.
O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakırdı. Masal anaları ile doğum ebeleri mor cepken giyen kadının çevresinde toplanırdı. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamazdı, kahveye gidemezdi, kimse de onun yüzüne bakmazdı. Eğer büyük bir ödün verip de karısına mor cepkenini çıkarttıramazsa ömür boyu dul kalırdı. Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermezdi. Yörük deyimiyle ‘Körocak’ olarak kalırdı.
Göçebe yörüklüğünün kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz!
Rivayete göre 19’uncu yılın sonlarında Nazilli’de dağa çıkarak kadın hakları için savaşan ‘Gizemli Kadın Efe’ de mor cepkenlilerden biridir.
Mor cepken Ege efelerinin de giydiği bir giysidir. Buralarda efelik kadın-erkek işi değil yürek işidir. Kybele’den, Artemis’ten, Tahtacı Yörüklerinden bu yana, esasen Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna kadın baştacıdır.”
***
Mor renk geçmişte ihanete uğramış, aldatılmış, örselenmiş aşkın rengiydi...
Bir bizde de değil, birçok kültürde öyleydi…
Sanat ve estetik bağlamlı sembolizm açısından hâlâ öyle sayılıyor…
‘Mor Çatı’ adı da oradan geliyor.
Ve sonuç:
Eğer mor cepkeni dünyaya kültürümüzün bir ayrıcalığı olarak iyi tanıtabilseydik; ama daha da önemlisi kadına mor cepken hakkıyla somut biçimde tanıdığımız ayrıcalığı, ona verdiğimiz değeri zaman içinde layıkıyla sürdürebilmiş olsaydık belki de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bugün bir başka adla, ‘Mor Cepken Günü’ olarak kutlanıyor olurdu.
Asıl dileğimiz ise ne bu geleneğimiz -ve tabii binlerce yıl evvel kadına tanıdığımız haklar- yok olsun ne de bir tek kadın için bile bu geleneğin tatbikine gerek kalsın.
Neşet Ertaş’ın dediği gibi, ‘Kadınlar insan, biz insan oğlu’…
‘İnsanlığı’ öğrendiğimiz kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Mart-2020 sayısındaki yazısından alıntılanmıştır.
İklimi saymazsak beni sınayan şey, esasen bir zıtlık değil, aksine hep ‘birbirini tamamlama durumu’ oldu. İşimi kolaylaştıran bir şeydi bu.
Ne sekiz yıllık Kıbrıs döneminde ne de sonraki zamanı dolduran Antalya-Mersin dönemlerinde sığ veya derin kültür çatışması yaşamadım. Tanıdığım, dost olduğum insanlar, benim memleketimde önem taşıyan değerlere -güvene, sadakate, merhamete, Türk kültürüne, müziğimize, geleneksel hoşgörümüze ve misafirperverliğe- sadık, bunlara çok önem veren insanlardı. Geleneklerimiz -mesela misafir ağırlamakla ilgili olanlar, düğün-dernek, cenaze ritüellerimiz- şaşırtıcı benzerlikler içeriyordu:
Hepsinin özünde Anadolu Türk-İslam kültürünün etkisi ön plandaydı. Bununla birlikte hayata bakışımızın üzerinde, bin yıllar boyu kaynaşıp içinde eridiğimiz çok farklı, onlarca medeniyetin etkisi de vardı mutlaka.
Özetle; Can dostum Taylan Kıbrıslı, Refik ağabeyim Manavgatlı, Ali Yasin kardeşim Alanyalı olsa da onlarla ve daha nice dostlarımla birbirimize neredeyse tıpa tıp benziyorduk.
Nüanslar elbette olacaktı.
Askerde tanıştığım muhteşem insan, Komutanım Saffet Yarbay’ın tarif ettiği gibi ‘Yörük, Dadaş’ın deniz görmüşü’ imiş ve ben bunu Yörük coğrafyasında on beş yıla yakın yaşayarak deneyimledim.
Şimdi…
Bu uzun girizgâhtan sonra sözü, bana çok çarpıcı gelen, Yörük kardeşlerimle bir arada yaşarken öğrendiğim bir değere ya da geleneğe getirebilirim: Mor cepken ve kezbence…
O kültürü çok iyi bilen Hasan Horasan araştırıp yazmış. Ben de sosyal medyadaki paylaşımlarının takipçisi olduğum sevgili Kemal İspir’den alıntılıyorum bu anekdotu:
“Yörük Kadını yaşlanıp iyice deneyim kazanınca adı, ünvanı artık ‘Kezbence’ olur.
O, artık oymağının bilge kişisi, akıl danışılanıdır…
Öte yandan göçebe yörüklüğünün kadınlarına tanıdığı bir yüce hak da ‘mor cepken’dir...
Erkeklerin ise korkulu rüyasıdır. Mor cepken, Karacaoğlan türkülerinde geçer. Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir. Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce ‘mor cepken’ konulur. Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir bu...
Yörük kızları, bin yıllar süren bir gelenek eşliğinde istedikleriyle, yani sevip seçtikleri erkekle evlenirlerdi. Başlık parası gibi dayatma da göçebe Yörük kültüründe yoktu.
Ve mor cepken, evlilikte yeri-zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir haktı. Boşanma özgürlüğünün simgesiydi.
Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde mor cepken giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu. Bu ‘Ben bu herifi boşadım’ demekti.
O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakırdı. Masal anaları ile doğum ebeleri mor cepken giyen kadının çevresinde toplanırdı. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamazdı, kahveye gidemezdi, kimse de onun yüzüne bakmazdı. Eğer büyük bir ödün verip de karısına mor cepkenini çıkarttıramazsa ömür boyu dul kalırdı. Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermezdi. Yörük deyimiyle ‘Körocak’ olarak kalırdı.
Göçebe yörüklüğünün kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz!
Rivayete göre 19’uncu yılın sonlarında Nazilli’de dağa çıkarak kadın hakları için savaşan ‘Gizemli Kadın Efe’ de mor cepkenlilerden biridir.
Mor cepken Ege efelerinin de giydiği bir giysidir. Buralarda efelik kadın-erkek işi değil yürek işidir. Kybele’den, Artemis’ten, Tahtacı Yörüklerinden bu yana, esasen Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna kadın baştacıdır.”
***
Mor renk geçmişte ihanete uğramış, aldatılmış, örselenmiş aşkın rengiydi...
Bir bizde de değil, birçok kültürde öyleydi…
Sanat ve estetik bağlamlı sembolizm açısından hâlâ öyle sayılıyor…
‘Mor Çatı’ adı da oradan geliyor.
Ve sonuç:
Eğer mor cepkeni dünyaya kültürümüzün bir ayrıcalığı olarak iyi tanıtabilseydik; ama daha da önemlisi kadına mor cepken hakkıyla somut biçimde tanıdığımız ayrıcalığı, ona verdiğimiz değeri zaman içinde layıkıyla sürdürebilmiş olsaydık belki de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bugün bir başka adla, ‘Mor Cepken Günü’ olarak kutlanıyor olurdu.
Asıl dileğimiz ise ne bu geleneğimiz -ve tabii binlerce yıl evvel kadına tanıdığımız haklar- yok olsun ne de bir tek kadın için bile bu geleneğin tatbikine gerek kalsın.
Neşet Ertaş’ın dediği gibi, ‘Kadınlar insan, biz insan oğlu’…
‘İnsanlığı’ öğrendiğimiz kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Mart-2020 sayısındaki yazısından alıntılanmıştır.