Tam 79 farklı kaynakta ve nereyse aynı cümlelerle geçiyor Kongolu Oto Benga’nın gerçek ve acıklı yaşam hikâyesi.
Tuhaf, hiç kimse tırnak işareti kullanmamış; herkes kendi anlatısıymış gibi aktarmış bu metni.
80’inci metin, Pusula okurlarına özel bir versiyon olsun.
Bundan öncekilerin hangisi asıl metin, ilk metni kim kaleme almış, bu ayrıntıları belirlemek uzmanlık işi. Bilişim konusunda öyle bir birikimim yok; ama beni ‘beyaz adam’ oluşumdan utandıran bir olayı kendi okurlarıma anımsatmak ve bugünün uygarlığına ‘aleyhte bir şerh düşmek’ adına redakte ederek ve tırnak işareti koymayı ihmal etmeden paylaşıyorum bu metni:
“O bir Afrikalıydı. Kongolu genç bir pigme…
Boyu sadece 1.49’du. 46 kiloydu. 23 yaşındaydı, evliydi ve bir de çocuğu vardı. Güler yüzlü, hayat dolu bir insandı…
Adı Oto Benga’ydı. Kendi dilinde ‘Dost’ anlamına geliyordu Oto Benga: Sadık dost…
Bir gün Kasai nehrinde balık avlarken uzaklardan gemileriyle gelen beyaz adamlar yakaladılar Oto Benga’yı. Yakalayan da Amerikalı misyoner rahip Samuel Verner idi.
Boynundan ve ayaklarından zincire vuruldu Afrikalı genç adam. Yük taşısın diye sadece ellerini özgür bıraktılar. Kırbaçlayarak saatlerce yol yürüttüler. Sonra onlarca soydaşıyla birlikte, sanki o bir yükmüş, bir kargo sandığıymış gibi, bir geminin kapkaranlık deposuna koydular. Zifiri karanlıkta, haftalar süren bir yolculuk sonrası New York’ta gün ışığıyla buluştu. Soydaşlarından ayırıp onu bir kafese koydular. Sonra bir başka depoya hapsettiler. Günlerce de orada tutuldu. Her gün önüne bir kuru somun attılar.
***
O gün takvimler 9 Eylül 1906’yı gösteriyordu…
Ve Oto Benga, o ana kadar yaşadıklarına rağmen adına 'insan' dedikleri mahlukun aslında ne kadar gaddar, ne kadar acımasız, ne kadar zalim olduğunu henüz bilmiyordu…
Onun vatanında aslanlar, aç timsahlar ve yırtıcı hayvanlar bile bu kadar vahşi değildi…
Ve o gün takvimler Ortaçağ’ı değil, 9 Eylül 1906’yı gösteriyordu…
New York Bronx Hayvanat Bahçesi’nde o güne dek görülmemiş bir kalabalık vardı. Hayvanat Bahçesi hasılat rekoru kırıyordu. Nedeni New York Times Gazetesi’nde çıkan bir haberdi. Şöyle yazıyordu haber metninde:
‘Vahşi adam Bronx’da maymunlarla aynı kafesi paylaşıyor. İnsanın ilk ataları ile bir arada… Bakıcısı bazen onu serbest bırakıyor. Eylül ayı boyunca akşamüstleri ziyaret edilebilir…’
Gazete haberine bir de not eklemişti: ‘Bazı kesimler bu olaya tepki gösterse de New York üniversitelerinden bazı ‘önemli’ bilim adamları Benga’nın insan olarak değerlendirilemeyeceği kanaatindedir’…
***
Hayvanat bahçesinde Oto Benga’yı önce hortumla yıkadılar. Sonra içinde ağaçlar olan geniş bir kafesin içine koydular. Kucağına Dohong adlı yavru orangutanı verdiler. Gazeteciler güya evrimin hikâyesini özetleyen bu ikilinin fotoğraflarını çekerken binlerce insan merakla olup biteni izledi.
Oto Benga da onları izliyordu tabii...
Yüzünde garip bir ifade vardı…
Hüzün ve kin...
Yavru orangutan korkudan sımsıkı sarılmıştı ona...
Oto Benga ve Dohong, her gün saatlerce poz verdiler. Bir hafta içinde Bronx Hayvanat Bahçesi’ni ziyaret edenlerin sayısı 250 bini geçti ve bu önceki zamanların dört katıydı...
Kafesler arasında dolaşan ‘uygar beyaz insanlar’ bazen Oto Benga’ya ıslık çalıp kemik atıyordu. Oto Benga sinirlenip sivri dişlerini gösterince de ‘Cannibal, cannibal !..’ (Yamyam yamyam!..) diye tempo tutuyorlardı.
Gazetelerde ‘Benga bir yamyamdır, gidin ve gerçek bir yamyamın nasıl bir şey olduğunu görün’ diye davetiye metinleri yayımlanıyordu. Putperest olan Oto Benga’ya yapılan bu zulme New York halkından hiç kimse ses çıkarmadı. Ne politikacılar ne bilim insanları ne gazeteciler ne aydınlar ne de din adamları...
Herkesin yüreği sağır olmuştu; duymuyorlar, düşünmüyorlar, hissetmiyorlardı adeta. Herkes bu vahşeti doğal karşılıyordu.
Bir kişi hariç:
Rahip James Gordon…
Trajediye bakın ki mazlum Oto Benga’nın hayatını karartan bir din adamıydı, ona hayatını geri vermek isteyen de…
Rahip Gordon, bütün iyi insanların yüreğindeki ortak ve paha biçilemez cevhere sahipti: Merhamet duygusuna…
O, tanık olduğu zulme isyan etti. Gazete gazete dolaştı. İmzalar topladı. Uyuyan insanlığı uyandırmak için çalmadık kapı bırakmadı. Kilisede sürekli aynı şeyleri söyledi: ‘İnsan ırkından olan birinin maymunlarla sergilenmesi bütün dinlerde büyük günahtır’ dedi. Sonunda öyle bir kamuoyu baskısı oluştu ki Bronx Hayvanat Bahçesi Oto Benga’yı serbest bırakmak zorunda kaldı.
Pantolon, ceket giydirdiler on yılda yıkıntıya dönen Afrikalı adama…
Ama herkes birdenbire iyileşmiyor işte; ‘özgürleştirdikten sonra’ bu kez de en berbat ayak işlerinde çalıştırdılar onu. Bir kez daha aşağıladılar…
***
Tarih 20 Mart 1916…
Eşinden, çocuğundan, soydaşlarından binlerce kilometre uzakla olan Oto Benga, beyaz adama esir oluşunun onuncu yılında, çalıştığı iş yerinden çaldığı tabancayı kalbine dayadı. Bam!..
İntihar etti; çünkü ölüm, beyaz adamın dünyasında onun özgürlüğüydü…
***
Kongolu Oto Benga’nın acıklı hayat hikâyesi son bulduğunda o henüz 33 yaşındaydı. Bronx Hayvanat Bahçesi zamanla Oto Benga ile ilgili tüm kayıtları sildi. Ancak arşivlere girmiş gazete haberleri ve fotoğraflar utanç verici gerçeğin gizlenmesine engel oldu.
Talihsiz adamın hikâyesi sivil toplum tarafından işlenip de kamuoyu tepkisi -daha doğrusu New Yorklu beyaz adamın kendi vicdanıyla hesaplaşması- iyice derinleşince hayvanat bahçesi yetkilileri ‘Dünyanın her yerinde yapılıyordu, biz niye yapmayacaktık ki?’ dediler. Yaptıkları yanlıştı ama söyledikleri ne yazık ki doğruydu. O yıllarda dünyanın pek çok yerinde benzer vahşet gösterileri sergileniyordu; Londra, Paris, Berlin, Brüksel, Stuttgart, Barcelona, Milano, Hamburg gibi metropollerde kafes içindeki siyahî insanlar, gösterileri izlemek için avuç dolusu para veren beyaz ve uygar insanların eğlencesi oluyordu...
Birinin ölümü, ötekinin eğlencesi; ama ikisi de insan…
Roma İmparatorluğu’nun arenalarındaki gibi…
Bu vahşet 20’nci yüzyılın başlarında öylesine gelir kapısı olmuştu ki hayvanat bahçelerinin yerini, ‘İnsan Bahçeleri’ almıştı. 1960’lara kadar binlerce insan kafeslerde hayvanlar gibi sergilendi, berbat koşullarda can verdi...
Ölmekte olan zavallı insanların çığlıkları tıpkı arenalardaki gibi yeri göğü inletti.
Onlar insandı, insan!..
Ve o günlerde takvimler Taş Devri’ni, Ortaçağ’ı falan değil, 20’nci yüzyılı gösteriyordu…
Henüz yaşandı bunlar yani, üzerinden 100 yıl bile geçmedi daha…
Ama modern insan, kör ve sağırdır…
Hâlâ öyledir, çoğu zaman öyledir…
Ve Oto Benga’nın vatanında, Kongo’da şöyle bir atasözü vardır:
Dekor asıl gerçeğe asla tam uyum göstermez ve gerçeğin de dekora asla ihtiyacı yoktur!
Bugün uygar denilen Amerika’nın, İngiltere’nin ve Avrupa’nın ‘Barış, özgürlük ve demokrasi’ sözü, vaadi, ütopyası, iddiası sadece bir dekordur. Gerçeği görmek isteyenler dekora değil, dünyanın ‘öteki’ taraflarına baksın!”
***
Ne diyelim bunun üzerine?
Siz bugünün kibirli uygarlığına ‘aleyhte bir şerh düşmek’ isteyin yeter ki…
Elde o kadar çok kara malzeme, o kadar çok kirli vaka, o kadar çok ‘kötü örnek’ var ki…
Tuhaf, hiç kimse tırnak işareti kullanmamış; herkes kendi anlatısıymış gibi aktarmış bu metni.
80’inci metin, Pusula okurlarına özel bir versiyon olsun.
Bundan öncekilerin hangisi asıl metin, ilk metni kim kaleme almış, bu ayrıntıları belirlemek uzmanlık işi. Bilişim konusunda öyle bir birikimim yok; ama beni ‘beyaz adam’ oluşumdan utandıran bir olayı kendi okurlarıma anımsatmak ve bugünün uygarlığına ‘aleyhte bir şerh düşmek’ adına redakte ederek ve tırnak işareti koymayı ihmal etmeden paylaşıyorum bu metni:
“O bir Afrikalıydı. Kongolu genç bir pigme…
Boyu sadece 1.49’du. 46 kiloydu. 23 yaşındaydı, evliydi ve bir de çocuğu vardı. Güler yüzlü, hayat dolu bir insandı…
Adı Oto Benga’ydı. Kendi dilinde ‘Dost’ anlamına geliyordu Oto Benga: Sadık dost…
Bir gün Kasai nehrinde balık avlarken uzaklardan gemileriyle gelen beyaz adamlar yakaladılar Oto Benga’yı. Yakalayan da Amerikalı misyoner rahip Samuel Verner idi.
Boynundan ve ayaklarından zincire vuruldu Afrikalı genç adam. Yük taşısın diye sadece ellerini özgür bıraktılar. Kırbaçlayarak saatlerce yol yürüttüler. Sonra onlarca soydaşıyla birlikte, sanki o bir yükmüş, bir kargo sandığıymış gibi, bir geminin kapkaranlık deposuna koydular. Zifiri karanlıkta, haftalar süren bir yolculuk sonrası New York’ta gün ışığıyla buluştu. Soydaşlarından ayırıp onu bir kafese koydular. Sonra bir başka depoya hapsettiler. Günlerce de orada tutuldu. Her gün önüne bir kuru somun attılar.
***
O gün takvimler 9 Eylül 1906’yı gösteriyordu…
Ve Oto Benga, o ana kadar yaşadıklarına rağmen adına 'insan' dedikleri mahlukun aslında ne kadar gaddar, ne kadar acımasız, ne kadar zalim olduğunu henüz bilmiyordu…
Onun vatanında aslanlar, aç timsahlar ve yırtıcı hayvanlar bile bu kadar vahşi değildi…
Ve o gün takvimler Ortaçağ’ı değil, 9 Eylül 1906’yı gösteriyordu…
New York Bronx Hayvanat Bahçesi’nde o güne dek görülmemiş bir kalabalık vardı. Hayvanat Bahçesi hasılat rekoru kırıyordu. Nedeni New York Times Gazetesi’nde çıkan bir haberdi. Şöyle yazıyordu haber metninde:
‘Vahşi adam Bronx’da maymunlarla aynı kafesi paylaşıyor. İnsanın ilk ataları ile bir arada… Bakıcısı bazen onu serbest bırakıyor. Eylül ayı boyunca akşamüstleri ziyaret edilebilir…’
Gazete haberine bir de not eklemişti: ‘Bazı kesimler bu olaya tepki gösterse de New York üniversitelerinden bazı ‘önemli’ bilim adamları Benga’nın insan olarak değerlendirilemeyeceği kanaatindedir’…
***
Hayvanat bahçesinde Oto Benga’yı önce hortumla yıkadılar. Sonra içinde ağaçlar olan geniş bir kafesin içine koydular. Kucağına Dohong adlı yavru orangutanı verdiler. Gazeteciler güya evrimin hikâyesini özetleyen bu ikilinin fotoğraflarını çekerken binlerce insan merakla olup biteni izledi.
Oto Benga da onları izliyordu tabii...
Yüzünde garip bir ifade vardı…
Hüzün ve kin...
Yavru orangutan korkudan sımsıkı sarılmıştı ona...
Oto Benga ve Dohong, her gün saatlerce poz verdiler. Bir hafta içinde Bronx Hayvanat Bahçesi’ni ziyaret edenlerin sayısı 250 bini geçti ve bu önceki zamanların dört katıydı...
Kafesler arasında dolaşan ‘uygar beyaz insanlar’ bazen Oto Benga’ya ıslık çalıp kemik atıyordu. Oto Benga sinirlenip sivri dişlerini gösterince de ‘Cannibal, cannibal !..’ (Yamyam yamyam!..) diye tempo tutuyorlardı.
Gazetelerde ‘Benga bir yamyamdır, gidin ve gerçek bir yamyamın nasıl bir şey olduğunu görün’ diye davetiye metinleri yayımlanıyordu. Putperest olan Oto Benga’ya yapılan bu zulme New York halkından hiç kimse ses çıkarmadı. Ne politikacılar ne bilim insanları ne gazeteciler ne aydınlar ne de din adamları...
Herkesin yüreği sağır olmuştu; duymuyorlar, düşünmüyorlar, hissetmiyorlardı adeta. Herkes bu vahşeti doğal karşılıyordu.
Bir kişi hariç:
Rahip James Gordon…
Trajediye bakın ki mazlum Oto Benga’nın hayatını karartan bir din adamıydı, ona hayatını geri vermek isteyen de…
Rahip Gordon, bütün iyi insanların yüreğindeki ortak ve paha biçilemez cevhere sahipti: Merhamet duygusuna…
O, tanık olduğu zulme isyan etti. Gazete gazete dolaştı. İmzalar topladı. Uyuyan insanlığı uyandırmak için çalmadık kapı bırakmadı. Kilisede sürekli aynı şeyleri söyledi: ‘İnsan ırkından olan birinin maymunlarla sergilenmesi bütün dinlerde büyük günahtır’ dedi. Sonunda öyle bir kamuoyu baskısı oluştu ki Bronx Hayvanat Bahçesi Oto Benga’yı serbest bırakmak zorunda kaldı.
Pantolon, ceket giydirdiler on yılda yıkıntıya dönen Afrikalı adama…
Ama herkes birdenbire iyileşmiyor işte; ‘özgürleştirdikten sonra’ bu kez de en berbat ayak işlerinde çalıştırdılar onu. Bir kez daha aşağıladılar…
***
Tarih 20 Mart 1916…
Eşinden, çocuğundan, soydaşlarından binlerce kilometre uzakla olan Oto Benga, beyaz adama esir oluşunun onuncu yılında, çalıştığı iş yerinden çaldığı tabancayı kalbine dayadı. Bam!..
İntihar etti; çünkü ölüm, beyaz adamın dünyasında onun özgürlüğüydü…
***
Kongolu Oto Benga’nın acıklı hayat hikâyesi son bulduğunda o henüz 33 yaşındaydı. Bronx Hayvanat Bahçesi zamanla Oto Benga ile ilgili tüm kayıtları sildi. Ancak arşivlere girmiş gazete haberleri ve fotoğraflar utanç verici gerçeğin gizlenmesine engel oldu.
Talihsiz adamın hikâyesi sivil toplum tarafından işlenip de kamuoyu tepkisi -daha doğrusu New Yorklu beyaz adamın kendi vicdanıyla hesaplaşması- iyice derinleşince hayvanat bahçesi yetkilileri ‘Dünyanın her yerinde yapılıyordu, biz niye yapmayacaktık ki?’ dediler. Yaptıkları yanlıştı ama söyledikleri ne yazık ki doğruydu. O yıllarda dünyanın pek çok yerinde benzer vahşet gösterileri sergileniyordu; Londra, Paris, Berlin, Brüksel, Stuttgart, Barcelona, Milano, Hamburg gibi metropollerde kafes içindeki siyahî insanlar, gösterileri izlemek için avuç dolusu para veren beyaz ve uygar insanların eğlencesi oluyordu...
Birinin ölümü, ötekinin eğlencesi; ama ikisi de insan…
Roma İmparatorluğu’nun arenalarındaki gibi…
Bu vahşet 20’nci yüzyılın başlarında öylesine gelir kapısı olmuştu ki hayvanat bahçelerinin yerini, ‘İnsan Bahçeleri’ almıştı. 1960’lara kadar binlerce insan kafeslerde hayvanlar gibi sergilendi, berbat koşullarda can verdi...
Ölmekte olan zavallı insanların çığlıkları tıpkı arenalardaki gibi yeri göğü inletti.
Onlar insandı, insan!..
Ve o günlerde takvimler Taş Devri’ni, Ortaçağ’ı falan değil, 20’nci yüzyılı gösteriyordu…
Henüz yaşandı bunlar yani, üzerinden 100 yıl bile geçmedi daha…
Ama modern insan, kör ve sağırdır…
Hâlâ öyledir, çoğu zaman öyledir…
Ve Oto Benga’nın vatanında, Kongo’da şöyle bir atasözü vardır:
Dekor asıl gerçeğe asla tam uyum göstermez ve gerçeğin de dekora asla ihtiyacı yoktur!
Bugün uygar denilen Amerika’nın, İngiltere’nin ve Avrupa’nın ‘Barış, özgürlük ve demokrasi’ sözü, vaadi, ütopyası, iddiası sadece bir dekordur. Gerçeği görmek isteyenler dekora değil, dünyanın ‘öteki’ taraflarına baksın!”
***
Ne diyelim bunun üzerine?
Siz bugünün kibirli uygarlığına ‘aleyhte bir şerh düşmek’ isteyin yeter ki…
Elde o kadar çok kara malzeme, o kadar çok kirli vaka, o kadar çok ‘kötü örnek’ var ki…