Bu gün ki yazımızda Erzurum’a dair kısa bir değerlendirmemiz olacaktır. Şehrimizde son yıllarda yapılan kültürel değişikler geleceğe dair umutlarımızı artırmıştır. Son olarak Gürcü kapı ve çevresindeki atılan adım ise takdire şayandır. Emeği geçen kim varsa hepsinden Allah razı olsun. Gerçekten bu yapılanlar tarihe altın harflerle yazılacaktır. Biz tarihçiler bizzat bunun canlı tanıklarıyız. Elimizden geldiği kadarıyla da bu atılan adımları yazacak ve tarihe not bırakacağız. İnşallah bu adımlar devam edecek ve şehir eski manevi dokusuna daha fazla kavuşacaktır. Buna dünden daha fazla inanıyoruz zira önümüzde onlarca güzel çalışma var. Kale ve çevresi tek başına bile yeterlidir.
Tarih her döneminde önemli roller üstlenen Erzurum, Ortaçağdan günümüze
mimari anlamda büyük değişikliklere uğramıştır. Savaşlar, istilalar, doğal afetler ve
kendi insanının bilinçli veya bilinçsizce yaptıkları bu değişikliklerin sebeplerdir. Bu
değişiklikler mahallelerde yer alan eserlerde daha çok görülmektedir. Şehrin bugün ki
merkezi sayılan bölgeye ilk yerleşim V.yüzyılın ilk yarısında kalenin yapılmasıyla
başlamış, XI.yüzyılda Büyük Selçukluların Karaz’ı ele geçirmesiyle de yerleşme
süreci hızlanmıştır; çünkü Karaz da yaşayanlar Thedipolis’e göç etmişlerdir. Göçle
beraber kale nüfusu da artmıştır. Başlangıçta kale içerisinde şekillenmeye başlayan
şehir zamanla surların dışına da çıkmıştır. Böylelikle kale içi ve kale dışı mahalleleri
oluşmuştur. Mahalle sayısı yüzyıllara göre değişmiş ve mahalle isimleri ait olunan
dönemlerle özdeşleşmiş; ama mahalle isimlerin de şahıs isimleri ön plana çıkmıştır. Bu
durum mahallelerde ki tarihi eserlerin isimlerinde de kendini göstermiştir. Cami, çeşme,
hamam, han ve diğer eserlerin şahıs adlarıyla anılması bunun ispatıdır. Bazı eserlerin
günümüze kadar gelmesindeki en önemli etkeninde bu olması gerekir. Yapılan eserlerin
korunması ve gelecek kuşaklara bırakılabilmesi için de eserleri yaptıranlar vakıflar tesis
etmişlerdir. Gayr-ı Müslimlere ait mahallelerde ki eserlerin büyük bölümünün
günümüze kadar gelmemesinde vakıf tarzı bir koruyucu sistemin olmaması temel
etkendir denilebilir. Vakıf sistemi sayesinde ayakta kalmayı başarabilen eserler bu sistemin
zayıflamasıyla birlikte kendilerini yenileyememiş ve yıkılmaya yüz tutmuştur. Şehirde
yaşanan ağır kış şartları da buna eklenince birçok eser tarihin tozlu raflarında ki yerini
almıştır. Ayakta kalmayı başarabilenler ise bizzat devlet tarafından koruma altına
alınanlar olmuştur. Ulu Cami, Kale, Çifte Minareli Medrese, Yakutiye Medresesi, Üç
Kümbetler böylelikle günümüze kadar gelebilmişlerdir. Sultaniye Medresesi,
Beylerbeyi Sarayı, Ayas Paşa Hamamı, Cafer Ağa Hamamı, Lala Paşa Cami bahçesinde
ki muvakkithane, diğer eserler gibi şanslı olamamışlardır. Sonuç olarak ya şehirleşme
adına ya da bilinçsizce eserlere kazma vurulmuş ve şehrin mühürleri olan simgeler bir
bir silinmiştir. Yıkılanın yerine yenisi de yapılmayınca mahalleler birbirinin aynısı
olmakta öteye gidememiştir. Böylelikle mahallelerde yeni denilebilecek tek mimari
eser ise camiler olmuştur. Camilerin yapılırken de yeni mimari anlayışlar yerine hep
eski usuller devam ettirilmiştir.
Sonuç itibariyle XXI.yüzyılda Erzurum’u anlatan araştırmacıların verdikleri
tarihi eserler korunabilirse, XXII.yüzyılda da aynı olacaktır. Tarih diyebileceğimiz
evimiz, hanımız, çeşmelerimiz, medreselerimiz, hamamlarımız, camilerimiz ve hatta
mezarlarımız olmayacaksa en azından elimizde olanlara sahip çıkmalıyız. Devlet ve
millet olarak el ele vermeli ve bunu milli bir politika olarak değerlendirmeliyiz. Yoksa
tarihi eserlerdeki taşlarla evinin duvarı yapmaya çalışanları engellemek mümkün
olmayacaktır.
Tarih her döneminde önemli roller üstlenen Erzurum, Ortaçağdan günümüze
mimari anlamda büyük değişikliklere uğramıştır. Savaşlar, istilalar, doğal afetler ve
kendi insanının bilinçli veya bilinçsizce yaptıkları bu değişikliklerin sebeplerdir. Bu
değişiklikler mahallelerde yer alan eserlerde daha çok görülmektedir. Şehrin bugün ki
merkezi sayılan bölgeye ilk yerleşim V.yüzyılın ilk yarısında kalenin yapılmasıyla
başlamış, XI.yüzyılda Büyük Selçukluların Karaz’ı ele geçirmesiyle de yerleşme
süreci hızlanmıştır; çünkü Karaz da yaşayanlar Thedipolis’e göç etmişlerdir. Göçle
beraber kale nüfusu da artmıştır. Başlangıçta kale içerisinde şekillenmeye başlayan
şehir zamanla surların dışına da çıkmıştır. Böylelikle kale içi ve kale dışı mahalleleri
oluşmuştur. Mahalle sayısı yüzyıllara göre değişmiş ve mahalle isimleri ait olunan
dönemlerle özdeşleşmiş; ama mahalle isimlerin de şahıs isimleri ön plana çıkmıştır. Bu
durum mahallelerde ki tarihi eserlerin isimlerinde de kendini göstermiştir. Cami, çeşme,
hamam, han ve diğer eserlerin şahıs adlarıyla anılması bunun ispatıdır. Bazı eserlerin
günümüze kadar gelmesindeki en önemli etkeninde bu olması gerekir. Yapılan eserlerin
korunması ve gelecek kuşaklara bırakılabilmesi için de eserleri yaptıranlar vakıflar tesis
etmişlerdir. Gayr-ı Müslimlere ait mahallelerde ki eserlerin büyük bölümünün
günümüze kadar gelmemesinde vakıf tarzı bir koruyucu sistemin olmaması temel
etkendir denilebilir. Vakıf sistemi sayesinde ayakta kalmayı başarabilen eserler bu sistemin
zayıflamasıyla birlikte kendilerini yenileyememiş ve yıkılmaya yüz tutmuştur. Şehirde
yaşanan ağır kış şartları da buna eklenince birçok eser tarihin tozlu raflarında ki yerini
almıştır. Ayakta kalmayı başarabilenler ise bizzat devlet tarafından koruma altına
alınanlar olmuştur. Ulu Cami, Kale, Çifte Minareli Medrese, Yakutiye Medresesi, Üç
Kümbetler böylelikle günümüze kadar gelebilmişlerdir. Sultaniye Medresesi,
Beylerbeyi Sarayı, Ayas Paşa Hamamı, Cafer Ağa Hamamı, Lala Paşa Cami bahçesinde
ki muvakkithane, diğer eserler gibi şanslı olamamışlardır. Sonuç olarak ya şehirleşme
adına ya da bilinçsizce eserlere kazma vurulmuş ve şehrin mühürleri olan simgeler bir
bir silinmiştir. Yıkılanın yerine yenisi de yapılmayınca mahalleler birbirinin aynısı
olmakta öteye gidememiştir. Böylelikle mahallelerde yeni denilebilecek tek mimari
eser ise camiler olmuştur. Camilerin yapılırken de yeni mimari anlayışlar yerine hep
eski usuller devam ettirilmiştir.
Sonuç itibariyle XXI.yüzyılda Erzurum’u anlatan araştırmacıların verdikleri
tarihi eserler korunabilirse, XXII.yüzyılda da aynı olacaktır. Tarih diyebileceğimiz
evimiz, hanımız, çeşmelerimiz, medreselerimiz, hamamlarımız, camilerimiz ve hatta
mezarlarımız olmayacaksa en azından elimizde olanlara sahip çıkmalıyız. Devlet ve
millet olarak el ele vermeli ve bunu milli bir politika olarak değerlendirmeliyiz. Yoksa
tarihi eserlerdeki taşlarla evinin duvarı yapmaya çalışanları engellemek mümkün
olmayacaktır.