“Bizim bir kalbimiz var çoktandır unutmuş olsak da!”
“Şu halde (de ki): Allah’a kaçınız!...”
“Zariyat Suresi 50. Ayet”
Yüzüm, güç yetiremediği korku çengellerinin bıraktığı oyuklara belenmiş. Gamzelerin küçük çukurlarında gülüşlerin saltanatına son vermiş acının isli kalıntıları… Ne yapacağını bilememenin anlaşılmaz şaşkınlığı, aklımın etrafını surlarla kapatmış… keder bütün çıkarları çıkmaz sokaklara çevirmiş. Bütün olurlar olmazlara dönüşmüş.
Feci bir yalnızlık haliyle yangın yerine dönmüş hayatın geniş ovaları. Kimse kimsenin ateşine su taşımaz olmuş. Derin bir sessizliğin içinden çıkan anlaşılmaz uğultu, kor olmuş kimsesizliği alaz alaz parlatıyor.
Korku hükümranlığını ilan etmiş… kimsenin elinden kurtulmaya umarı olmaz sanıyor. Kimsenin kendi himmetinden gayrı kimsesi bulunmaz biliyor. Kimsenin kimseye derman olamayacağına güveniyor. Korkunun kara peleriniyle kapanmış, umutlara çıkan ışık huzmeleri…
İçimde kedere belenmiş bir ses; ızdırabın sıkıştırdığı ruhumu kapandan kurtaracak son ümidin de, çoktan çekip gittiğini haykırıyor. İçim içimi yiyor!
Şimdi sokağa çıkmak için hanemin kapısını aralasam, yüzümü iftiranın karşı konulmaz fırtınasından koruyamayacağım düşüyor usuma.
Korkuyorum!
Derin bir ürperti yerleşiyor vücuduma, anahtarı çevirecek parmaklarım bitap düşüyor.
Her gün gitmek derdiyle yüreğimi kanattığım işyerime varsam, karşı masada oturan arkadaşımın yılan ıslığını anımsatan yıkıcı sözlerinin tesiriyle, yaralarımın tekrar açılacağından öleyazıyorum.
Ailem bir karabasan gibi dikiliyor karşıma, şimdi hangi günahım yüzüme vurularak öldürüleceğimi düşünmekten bihalim.
Çocukluk arkadaşlarım, çocukça saflıklarını kalın çaputlara bağlayıp bilinmezlere fırlatmışlar. Onlarla yeni oyunlar keşfetmenin hazzını yaşama ihtimalim terk etmiş soluk alınan her yeri.
Bir davaya sonsuzca inandığını sandığım bütün yoldaşlarım, yollarını ne çabuk ve ne çok değiştirmişler. Onlara ayak uyduramayacak kadar yorgun bacaklarım.
Artık anlıyorum, gülücükleri efsunlayıp kara belalara dönüştürmüşler. İftiralar allanıp pullanıp en çok aranılan ilk şey haline getirilmiş. Kötülük herkesin mutlaka yanında bulundurması gereken kalkan gibi yapışmış ellerimize.
Birinin başına bela olmazsan, birileri musibetleri sağnak sağnak yağdırmak için hazır beklemekte.
Oysa bana annem, oyun arkadaşlarımı incitmemeyi öğütlerdi hep. İçine peynir koyup beni sokağa yolladığı dürümün yarısını ilk gördüğüm arkadaşım için kopartmamı söylerdi.
Şaşkınım ve kime kaçacağımdan habersizim; bunca karanlığın içerisinde.
Annem her zaman yanımda olamaz… çocukluğum çok gerilerde kaldı… etrafımdakilerin inanılmaz hırslarından uzak durmaktan başka çare olmadığı ortada…
Öyleyse kime kaçmalıyım?
Bunca acının içinden bir tomurcuk çıkarmak zorundayım… Kardelen gibi…
“Şu halde (de ki): Allah’a kaçınız!...”
Ey dert; sen ne güzel bir şeysin!
Ey sıkıntı; sen ne mesut edersin insanı!
Ey keder; sen bana ne güzel hizmet ettin!
Seni seviyorum acı… seviyorum seni en derin üzüntü!
Ve korkmak yerine kaçmayı tercih ediyorum sizden…
Ve bulaşıp kirlenmektense kaçmak uygun düşüyor bana…
Ve umarsız kalıp ruhumu kemirmenize izin vermek yerine, kaçmak yatıyor aklıma…
Şüphesiz biliyorum; “Savrulanlar, kendi aleyhine savrulurlar.”
Şu halde Allah’a kaçıyorum…
Bu halde beni kimsesiz sanmanız nafile!
Güçsüz hiç değilim elbette!
Hamiş: Yazı “Ey Musa Ayakkabılarını Çıkar” isimli kitabımızda yayınlanmıştır.