“Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri hak olarak (belli bir amaç için) yarattık. O saat (dünyanın sonu) elbette gelecektir, öyleyse onlara güzel ve yumuşak davran.” (Hicr 85)
Hemen belirtelim: işimiz Rabbimizi bilmek ve O’na kulluk yapmaktan ibarettir. Ayette geçen “hak” ifadesinin sözlük anlamı şu şekildedir: Sabit olmak, gerçek, doğru, vazife, Allah, Kuran… Rabbimiz, yeri, gökleri ve ikisinin arasındaki varlıkları Zât-ı ilahisinin bilinmesi amacıyla, sabit bir hakikat üzere, yarattı. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (sav) kadar, gelip geçmiş her ne kadar peygamber varsa hepsi insanlığa bu sabit hakikati, dini talim ettiler.
“Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri hak olarak (belli bir amaç için) yarattık…” ifadesi, felsefi yahut bilimsel bilgiyle yalanlanamaz; sadece inkâr edilebilir ki, bunun dindeki karışlığı “batıldır”. Batıl, kısaca kişisel kanaat yani zan demektir. Kişi kendi sanmalarını yahut başkasının sanmalarını hakikat sanıp itikadını bu sanmalar üzerine inşa edebilir ki, modern toplum bireyleri çoğunlukla, sanmalarıyla amel etmektedir. Dini önemsemeyen bu görüş ve bu görüşe bağlı tutum ve davranışlar batıla kaynaklık etmektedir.
“Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri hak olarak (belli bir amaç için) yarattık…” beyanı, aynı manaya gelen başka Kuran ayetlerinde de zikredilmiştir. Peygamberlerin, batılla (itikada dönüşmüş kişisel zanla) mücadelesinde daima zorluklar zuhur etmiştir. Bilimsel bilgi, felsefe, kültür ve ideoloji muhafazakârlığı hakkın önüne dikilince, ele aldığımız ayetteki uyarı yapılmıştır. Kişi hangi zihinsel ağırlığı yüklerse yüklesin, din konusunda, kişisel zanların bir kıymeti yoktur; hak gelmiş batıl zail olmuştur; yıkılıp gitmiştir! Bunu anlamayanlar, ölüp yeniden diriltildiklerinde, anlayacaklardır. Öyle ise, tebliğde metot; muhataba güzel ve yumuşak bir üslupla hakkı tebliğ etmektir. Muhatap hidayete ererse, bu Allah’ın kuluna bir takdiridir; aksi olur da, tebliğ tehdide uğrarsa, kişi hakkı inkâr ederek, zalim biri durumuna düşer ve cezasını da ahrette çeker.
Bugün, pozitivist bilim anlayışına bağlı küresel kapitalizmin dünyayı sömürmesi, her yanda adaletsizliği, baskıyı, terörü bir hükmetme aracı olarak tercih etmesi ve Müslümanlara olan galebesi, ebedi değildir, gelip geçicidir. Batıl bir itikat üzere hâkim bulunanlar, zahiren bir zafer kazanmış gözükmektedir, lakin üzerinde bulundukları yol, hak yol olmadığından, sonuç onlar için hüsran olacaktır.
Bu dünyada bugün biz yaşıyoruz, dün başkaları yaşıyordu, ondan önce de başkaları!.. Yer ve gökler ise gelip geçen bütün insanlar için birer imkândır. Yerin ve göğün sabit hakikatini (tabiî düzenini) koruyan Rabbimiz, her neslin bu imkândan istifade etmesini mümkün kıldı. Dünya, ne zalime ne mazluma ne mümine ne kâfire yar olmadı, olmayacak. Müminler, adalet ve hak üzere yaşamaya çalışır, kâinat kitabını Kuran ayetleri ışığında okur, düşünüp öğüt alırlar. Böylece Yaratana karşı yakınlıkları artar. Yaratılış amacı hâsıl olur. Aksi durumdakiler, tabir caizse, tosun gelip tosun gidenler ise, halleri üzere haşrolurlar. Varlığın sahibi olan Rabbimiz, Kuran’da zannına uyan batıl ehline ve akıl sahibi Mümin kimselere şu uyarıyı yapmıştır: “İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi (ey kâfirler!) O’ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin! Hayır (gösteremezler)! Zalimler açık bir sapıklık içindedir.”
Müslümanlar, şartlar ne olursa olsun, hakkı yaşamak ve yaşatmak mecburiyetindedir. Hak yenilmez, hak eskimez, hak mazinin, halin ve geleceğin tek gerçeği ve galibidir. Müslümanlar mağdur da olsalar, zulme de uğrasalar, değil mi ki, Allahü Teâlâ’yı bilmiş, O’na iman etmiş ve amel-i salihle ömürlerini geçirmeye çalışmışlardır, ahretin galibi, cennetlerin sakini onlar olacaktır.
Sonuç: Ölümü yaratan Allah, dileseydi zalimin zulmünü de bertaraf ederdi; fakat Allah bu âlemi bilinmek ve bilecek insan için bir imtihan yeri olarak yarattı. Sınavdaki insanı akıl ve iradeyle donattı, sonra da ona hayra ve şerre ulaşabilecek hürriyeti verdi. Herkes kendi iradesiyle kendi yolunu seçer, Allah da seçimleri yaratır ve faillerini sorumlu tutar.
Hemen belirtelim: işimiz Rabbimizi bilmek ve O’na kulluk yapmaktan ibarettir. Ayette geçen “hak” ifadesinin sözlük anlamı şu şekildedir: Sabit olmak, gerçek, doğru, vazife, Allah, Kuran… Rabbimiz, yeri, gökleri ve ikisinin arasındaki varlıkları Zât-ı ilahisinin bilinmesi amacıyla, sabit bir hakikat üzere, yarattı. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (sav) kadar, gelip geçmiş her ne kadar peygamber varsa hepsi insanlığa bu sabit hakikati, dini talim ettiler.
“Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri hak olarak (belli bir amaç için) yarattık…” ifadesi, felsefi yahut bilimsel bilgiyle yalanlanamaz; sadece inkâr edilebilir ki, bunun dindeki karışlığı “batıldır”. Batıl, kısaca kişisel kanaat yani zan demektir. Kişi kendi sanmalarını yahut başkasının sanmalarını hakikat sanıp itikadını bu sanmalar üzerine inşa edebilir ki, modern toplum bireyleri çoğunlukla, sanmalarıyla amel etmektedir. Dini önemsemeyen bu görüş ve bu görüşe bağlı tutum ve davranışlar batıla kaynaklık etmektedir.
“Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri hak olarak (belli bir amaç için) yarattık…” beyanı, aynı manaya gelen başka Kuran ayetlerinde de zikredilmiştir. Peygamberlerin, batılla (itikada dönüşmüş kişisel zanla) mücadelesinde daima zorluklar zuhur etmiştir. Bilimsel bilgi, felsefe, kültür ve ideoloji muhafazakârlığı hakkın önüne dikilince, ele aldığımız ayetteki uyarı yapılmıştır. Kişi hangi zihinsel ağırlığı yüklerse yüklesin, din konusunda, kişisel zanların bir kıymeti yoktur; hak gelmiş batıl zail olmuştur; yıkılıp gitmiştir! Bunu anlamayanlar, ölüp yeniden diriltildiklerinde, anlayacaklardır. Öyle ise, tebliğde metot; muhataba güzel ve yumuşak bir üslupla hakkı tebliğ etmektir. Muhatap hidayete ererse, bu Allah’ın kuluna bir takdiridir; aksi olur da, tebliğ tehdide uğrarsa, kişi hakkı inkâr ederek, zalim biri durumuna düşer ve cezasını da ahrette çeker.
Bugün, pozitivist bilim anlayışına bağlı küresel kapitalizmin dünyayı sömürmesi, her yanda adaletsizliği, baskıyı, terörü bir hükmetme aracı olarak tercih etmesi ve Müslümanlara olan galebesi, ebedi değildir, gelip geçicidir. Batıl bir itikat üzere hâkim bulunanlar, zahiren bir zafer kazanmış gözükmektedir, lakin üzerinde bulundukları yol, hak yol olmadığından, sonuç onlar için hüsran olacaktır.
Bu dünyada bugün biz yaşıyoruz, dün başkaları yaşıyordu, ondan önce de başkaları!.. Yer ve gökler ise gelip geçen bütün insanlar için birer imkândır. Yerin ve göğün sabit hakikatini (tabiî düzenini) koruyan Rabbimiz, her neslin bu imkândan istifade etmesini mümkün kıldı. Dünya, ne zalime ne mazluma ne mümine ne kâfire yar olmadı, olmayacak. Müminler, adalet ve hak üzere yaşamaya çalışır, kâinat kitabını Kuran ayetleri ışığında okur, düşünüp öğüt alırlar. Böylece Yaratana karşı yakınlıkları artar. Yaratılış amacı hâsıl olur. Aksi durumdakiler, tabir caizse, tosun gelip tosun gidenler ise, halleri üzere haşrolurlar. Varlığın sahibi olan Rabbimiz, Kuran’da zannına uyan batıl ehline ve akıl sahibi Mümin kimselere şu uyarıyı yapmıştır: “İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi (ey kâfirler!) O’ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin! Hayır (gösteremezler)! Zalimler açık bir sapıklık içindedir.”
Müslümanlar, şartlar ne olursa olsun, hakkı yaşamak ve yaşatmak mecburiyetindedir. Hak yenilmez, hak eskimez, hak mazinin, halin ve geleceğin tek gerçeği ve galibidir. Müslümanlar mağdur da olsalar, zulme de uğrasalar, değil mi ki, Allahü Teâlâ’yı bilmiş, O’na iman etmiş ve amel-i salihle ömürlerini geçirmeye çalışmışlardır, ahretin galibi, cennetlerin sakini onlar olacaktır.
Sonuç: Ölümü yaratan Allah, dileseydi zalimin zulmünü de bertaraf ederdi; fakat Allah bu âlemi bilinmek ve bilecek insan için bir imtihan yeri olarak yarattı. Sınavdaki insanı akıl ve iradeyle donattı, sonra da ona hayra ve şerre ulaşabilecek hürriyeti verdi. Herkes kendi iradesiyle kendi yolunu seçer, Allah da seçimleri yaratır ve faillerini sorumlu tutar.