P Okullar 21 Eylül’de açılacak mı?
P Değilse ne zaman?
P Şimdi yüz yüze eğitim görmeye başlayan kuşakları -8’inci ve 12’nci sınıfları- okula çağırmakla iyi mi yaptık, kötü mü?
P Çocuklar yeniden okula dönünce pandemi sürecinde onların içine kök salan internet bağımlılığını kontrol altına alabilecek miyiz; onları yeniden okula bağlayabilecek miyiz?
P Nasıl?
P Çocukların baş edemeyeceği, belki 21.Yüzyılın kalan kısmını biçimlendirecek küresel nitelikli bir sosyal-psikolojik travmadan söz edilebilir mi?
P Peki o (varsa) nasıl, ne tür bir işbirliğiyle aşılacak?
P Ülkemizdeki veya farklı ülkelerdeki okullar, bu küresel travmayı aşmalarına yetecek yazılımsal ve donanımsal birikime ve spesifik personele sahipler mi?
P Değillerse ne olacak?
P Biz sahip değilsek bize ne olacak peki?
P O özel birikim nereden, nasıl, ne zaman sağlanacak?..
…
Yanıt arayan elbette çok önemli sorular bunlar…
Ben sahadaki ilk 11’i saydım sadece, siz buna belki kulübede bekleyen 111 soruyu daha ekleyebilirsiniz.
Ama ‘okul’ denince şu sıralar sadece bu gibi yanıtsız sorularda -daha doğrusu 'henüz yanıtsız’ sorularda- düğümleniyor olmamız, böylesi sosyo-kültürel ve evrensel konuların bilimsel literatür üzerindeki oturma düzeninde okulun ve öğretmenin önemli konumunu çok da değiştirmiyor.
Okulun ve öğretmenin yeri, en ön sıranın en ortasında.
Daima!
***
Soruları şimdilik ajanda notu olarak bir kıyıya kaydedip ‘her çağda ve her koşulda okulları okul yapan esas hikâyelere’ dönelim.
Daha önce bu köşede içinden okul, öğrenci, öğretmen geçen üç ilginç hikâye paylaşmıştım sizlerle. Şimdi o türden yeni bir hikâyeye bakalım:
“Öğretmen, sınıftaki en zeki ama aynı zamanda en kıskanç öğrenciyi tenefüste boş bir sınıfa çağırıp sordu:
-Derste arkadaşlarına karşı davranışın hiç hoş değildi. Neden onların yaptıklarını bozuyorsun, niye hep kavga ediyorsun?
Öğrenci bunun üzerine
-Çünkü, onların beni geçmelerini istemiyorum. En iyi ben olmalıyım!
diye yanıt verdi. Öğretmen masasından kalkıp, eline bir parça tebeşir aldı ve tahtaya bir çizgi çekti.
Öğrencinin yüzüne bakıp
-Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?
Hemen atıldı öğrenci
-Çizginin birazını silerim!
dedi. Öğretmen bu cevabı kabul etmedi.
Öğrenci biraz daha düşündü ve eliyle çizginin bir bölümünü kapattı.
-İşte kısaldı!
Bu cevap da yanlıştı. Doğru cevabı alamayacağını bilen öğretmen, tahtaya ilkinden daha uzun çizgi çekti ve sordu
-Şimdi birincisi nasıl görünüyor?
-Daha kısa…
dedi öğrenci ve başını eğdi. Aslında anlamıştı…
-Bilgini ve yeteneklerini arttırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan hem daha kolaydır hem de daha iyidir!
dedi öğretmen.
Ve sınıftan el ele tutuşmuş olarak çıktılar…”
***
Sihirli bir cümle var.
Bir öneri bu…
Önce öğretmen ustalarımdan duydum bu öneriyi, sonra ben de elimden geldiğince kullandım ve şimdi birlikte çalıştığım genç arkadaşlarımın öğrencilerimize bunu söylediklerini duyup çok mutlu oluyorum:
“Kendinle yarış, başkalarıyla değil.
Kendini yenersen, önünde zaten başka bir rakip kalmadığını da görürsün!”
***
Farklı hayatların dünyaya bıraktığı alüvyonu ve yazılmış birbirinden değerli kişisel gelişim kitaplarının ortak mesajını içinde saklayan muhteşem bir öğreti bu:
Biriyle yarışacaksan kendinle yarış!
Ve tabii bu öğreti, en çok okullarla ilgilidir; çünkü rekabetle, daha doğrusu rekabetin aslında ne olduğunu ne olmadığı ve nasıl yönetilmesi gerektiğini topluma öğretmekle, kavratmakla, içselleştirmekle ilgili ilk adımlar okullarda atılıyor.
AVM koridorlarında, kapalı çarşıdaki kuyumcuda, şehir hastanesinde, meşrubat fabrikasında, sahildeki kafede, sınav salonlarında o adımları atamazsınız.
***
Şimdi bir bakın:
Memurların en anlayışsız olanlarına, doktorların duygularını en çok kaybetmiş olanlarına, öğretmenlerin en nezaketsiz olanlarına, tüccarların vicdanını içinden söküp atmış olanlarına, müteahhitlerin dolandırıcı olanlarına, çoluğunu çocuğunu gaspla ve haramla besleyen haysiyetsiz insanların tümüne bir bakın:
İyi bakın Allahaşkına!
Onlar, istisnasız onların hepsi, çocukken ailelerinden ve sonra belki okullarından da doğru düzgün ‘rekabet yönetimi ve vicdanlı insan olma eğitimi’ almamış, bu eğitimi aldılarsa da esas mesajı içselleştirmeyi becerememiş kimselerdir.
Ve az önceki hikâyeye dönersek:
Bilgisini ve yeteneklerini arttırarak kendi çizgisini uzatmanın, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmaktan daha iyi sonuç verdiğini çocukken öğrenememiş kimselerdir onlar.
Onları değiştirmek çok çok zor!
Belki de imkânsız…
Ama şimdiki çocukların eğitimine odaklanarak geleceği değiştirebiliriz.
Geleceğin toplumunu güzelleştirmek daha kolay.
Ve bu, gerçekten mümkün…
Okulların içindeki güzel hikâyeleri, okulları oluşturan lüks binalardan ve pahalı eşyalardan çok daha önemli kılan şey, işte bu ‘güzel olasılık’ ve tabii bütün o sıcak insan hikâyeleri.
P Değilse ne zaman?
P Şimdi yüz yüze eğitim görmeye başlayan kuşakları -8’inci ve 12’nci sınıfları- okula çağırmakla iyi mi yaptık, kötü mü?
P Çocuklar yeniden okula dönünce pandemi sürecinde onların içine kök salan internet bağımlılığını kontrol altına alabilecek miyiz; onları yeniden okula bağlayabilecek miyiz?
P Nasıl?
P Çocukların baş edemeyeceği, belki 21.Yüzyılın kalan kısmını biçimlendirecek küresel nitelikli bir sosyal-psikolojik travmadan söz edilebilir mi?
P Peki o (varsa) nasıl, ne tür bir işbirliğiyle aşılacak?
P Ülkemizdeki veya farklı ülkelerdeki okullar, bu küresel travmayı aşmalarına yetecek yazılımsal ve donanımsal birikime ve spesifik personele sahipler mi?
P Değillerse ne olacak?
P Biz sahip değilsek bize ne olacak peki?
P O özel birikim nereden, nasıl, ne zaman sağlanacak?..
…
Yanıt arayan elbette çok önemli sorular bunlar…
Ben sahadaki ilk 11’i saydım sadece, siz buna belki kulübede bekleyen 111 soruyu daha ekleyebilirsiniz.
Ama ‘okul’ denince şu sıralar sadece bu gibi yanıtsız sorularda -daha doğrusu 'henüz yanıtsız’ sorularda- düğümleniyor olmamız, böylesi sosyo-kültürel ve evrensel konuların bilimsel literatür üzerindeki oturma düzeninde okulun ve öğretmenin önemli konumunu çok da değiştirmiyor.
Okulun ve öğretmenin yeri, en ön sıranın en ortasında.
Daima!
***
Soruları şimdilik ajanda notu olarak bir kıyıya kaydedip ‘her çağda ve her koşulda okulları okul yapan esas hikâyelere’ dönelim.
Daha önce bu köşede içinden okul, öğrenci, öğretmen geçen üç ilginç hikâye paylaşmıştım sizlerle. Şimdi o türden yeni bir hikâyeye bakalım:
“Öğretmen, sınıftaki en zeki ama aynı zamanda en kıskanç öğrenciyi tenefüste boş bir sınıfa çağırıp sordu:
-Derste arkadaşlarına karşı davranışın hiç hoş değildi. Neden onların yaptıklarını bozuyorsun, niye hep kavga ediyorsun?
Öğrenci bunun üzerine
-Çünkü, onların beni geçmelerini istemiyorum. En iyi ben olmalıyım!
diye yanıt verdi. Öğretmen masasından kalkıp, eline bir parça tebeşir aldı ve tahtaya bir çizgi çekti.
Öğrencinin yüzüne bakıp
-Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?
Hemen atıldı öğrenci
-Çizginin birazını silerim!
dedi. Öğretmen bu cevabı kabul etmedi.
Öğrenci biraz daha düşündü ve eliyle çizginin bir bölümünü kapattı.
-İşte kısaldı!
Bu cevap da yanlıştı. Doğru cevabı alamayacağını bilen öğretmen, tahtaya ilkinden daha uzun çizgi çekti ve sordu
-Şimdi birincisi nasıl görünüyor?
-Daha kısa…
dedi öğrenci ve başını eğdi. Aslında anlamıştı…
-Bilgini ve yeteneklerini arttırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan hem daha kolaydır hem de daha iyidir!
dedi öğretmen.
Ve sınıftan el ele tutuşmuş olarak çıktılar…”
***
Sihirli bir cümle var.
Bir öneri bu…
Önce öğretmen ustalarımdan duydum bu öneriyi, sonra ben de elimden geldiğince kullandım ve şimdi birlikte çalıştığım genç arkadaşlarımın öğrencilerimize bunu söylediklerini duyup çok mutlu oluyorum:
“Kendinle yarış, başkalarıyla değil.
Kendini yenersen, önünde zaten başka bir rakip kalmadığını da görürsün!”
***
Farklı hayatların dünyaya bıraktığı alüvyonu ve yazılmış birbirinden değerli kişisel gelişim kitaplarının ortak mesajını içinde saklayan muhteşem bir öğreti bu:
Biriyle yarışacaksan kendinle yarış!
Ve tabii bu öğreti, en çok okullarla ilgilidir; çünkü rekabetle, daha doğrusu rekabetin aslında ne olduğunu ne olmadığı ve nasıl yönetilmesi gerektiğini topluma öğretmekle, kavratmakla, içselleştirmekle ilgili ilk adımlar okullarda atılıyor.
AVM koridorlarında, kapalı çarşıdaki kuyumcuda, şehir hastanesinde, meşrubat fabrikasında, sahildeki kafede, sınav salonlarında o adımları atamazsınız.
***
Şimdi bir bakın:
Memurların en anlayışsız olanlarına, doktorların duygularını en çok kaybetmiş olanlarına, öğretmenlerin en nezaketsiz olanlarına, tüccarların vicdanını içinden söküp atmış olanlarına, müteahhitlerin dolandırıcı olanlarına, çoluğunu çocuğunu gaspla ve haramla besleyen haysiyetsiz insanların tümüne bir bakın:
İyi bakın Allahaşkına!
Onlar, istisnasız onların hepsi, çocukken ailelerinden ve sonra belki okullarından da doğru düzgün ‘rekabet yönetimi ve vicdanlı insan olma eğitimi’ almamış, bu eğitimi aldılarsa da esas mesajı içselleştirmeyi becerememiş kimselerdir.
Ve az önceki hikâyeye dönersek:
Bilgisini ve yeteneklerini arttırarak kendi çizgisini uzatmanın, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmaktan daha iyi sonuç verdiğini çocukken öğrenememiş kimselerdir onlar.
Onları değiştirmek çok çok zor!
Belki de imkânsız…
Ama şimdiki çocukların eğitimine odaklanarak geleceği değiştirebiliriz.
Geleceğin toplumunu güzelleştirmek daha kolay.
Ve bu, gerçekten mümkün…
Okulların içindeki güzel hikâyeleri, okulları oluşturan lüks binalardan ve pahalı eşyalardan çok daha önemli kılan şey, işte bu ‘güzel olasılık’ ve tabii bütün o sıcak insan hikâyeleri.