Geride kalan beş sene boyunca, memleket özlemiyle geçirdiğim her günün bitiminde, diyebilirim ki başımı yastığa her koyuşumda, Erzurum’un ve Oltu’nun rüyama girmesini diledim. Şimdi bir rüyanın çok daha ilerisinde, gerçeğe bulanmış olarak doğduğum yere dönmek, bana Allah’ın en büyük bayram armağanı oldu; çok şükür!
Veysel Karani gibi, ‘vuslathânede’ sadece bir gün geçirdikten sonra yeniden gurbet ele dönmüş olsaydım bile oraya bu kez gelecek beş yılı dolduracak kadar mutluluğu ve esenliği içime depolamış olarak sürüklendiğimi hissederdim…
O muazzam şarkıdaki gibi ‘senede bir gün’ yetebilirdi buna.
Anlıyorum ki benim kendi manzumemde geçtiği biçimiyle ‘beş senede sadece bir tek gün’, insana o beş yılın tamamına bedel duygular yaşatabiliyor.
Peki o bir tek gün, o yirmi dört saat, hayata dair beş büyük keşif yapmamıza yetebilir mi?
Neden olmasın?
Denemeye değer en azından.
***
Öğretmen dostlarımdan biri paylaşmış Facebook’ta. Kaynak belirtmemiş; ama sosyal medyada bugüne dek karşılaştığım en güzel hayat özetlerinden biri.
Çok dramatik, gerçek bir epigram.
İşte, uzun sürmesini ve güzel geçmesini dilediğim bir bayram ziyareti için hayatın içinden ‘beş durum’...
Daha doğrusu, her biri ötekilerden daha önemli, daha gerekli, daha dramatik ‘beş duygu’:
İnanç...
Bir gün köylüler yağmur duasına çıkmaya karar verdiler.
İçlerinden sadece biri, bir çocuk, duaya elinde şemsiye ile gelmişti...
Güven...
Bir bebeği havaya fırlattığınızda bebek güler; çünkü onu mutlaka yakalayacağınızı bilir...
Umut...
Ertesi sabah uyanıp uyanamayacağımız hakkında hiçbir fikrimiz olmasa da her gece uyumadan önce alarmı kurarız...
Özgüven...
Yine gelecekle ilgili hiçbir garantimiz olmamasına karşın yarınlar için hep önemli planlar yaparız. Planlarımızı belki de her şeyden -hatta o an devinmekte olan hayatın kendisinden bile- daha fazla ciddiye alırız...
Ve...
Aşırı özgüven...
Herkesin acı çektiğini görürüz, bizim başımıza da aynı şeylerin geleceğini biliriz; ama yine de evleniriz...
Ben, bu sonuncuyu ‘muziplik’ sayıyorum; çünkü ömrü elli yılı aşmış harika evlilikler biliyorum:
Öylesi ‘sadakat efsaneleri’, aynı zamanda kendi kimyasıyla acı ve ağu üretmeyen sihirli bileşimlerdir; bununla birlikte hayatın getirdiği kaçınılmaz acıları iki yetişkin yüreğe eşitçe pay eden, bu yolla da mutsuzlukları ufalayıp yok eden özel ortaklıklardır.
Erkeğin kadına uyguladığı ‘insanlık dışı ve erkeklik onurunu küçülten şiddeti’ sıkça konuştuğumuz şu dünyada, kimi erkeklerin “Sen bu kadarını çekemezsin!” diyerek eşinin acı hissesini de alıp kendi yüreğine yüklediği ‘örnek’ evlilikler...
Hayata en fazla anlam katan, en güzel ve en tatlı meyveleri veren ve o meyveleri topluma bedava sunan büyülü dayanışmalar...
Bunlar, ne anonim şirketler gibi genetik kodlarla bölünme iştiyakına sahiptirler ne de limited şirketlerin karmaşık gelir-gider hukukuna saplanırlar.
Yalın ve saf hayatı bölüşüp büyütür böyle ortaklıklar...
***
Bu bağlamda sevgili anneme, rahmetli babama ve kendi küçük, mütevazı dairemde de sevgili eşime teşekkür borçluyum; çok ama çok sağolsunlar!
Bana bıraktıkları eşsiz mirasın ve ‘kerîm’ davranıp bugün de sunmaya devam ettikleri karşılıksız sevginin hep farkındayım.
Bunlara paha biçemem!
***
Tam da bir bayram buluşmasında…
Beş uzun yıldan sonra Oltu’da, Çarşıbaşı’nda; Erzurum’da, Havuzbaşı’nda…
Doğup büyüdüğüm yerlerde…
İnanç, güven, umut, özgüven…
Buralarda, bu insanların arasında var olduğum için nasıl gurur duyduğumu, nice övündüğümü, haddimi aşıp kendimi nasıl değerli hissettiğimi anlatamam.
Var eden ve nasip edip kavuşturan Allah’a şükür…
Çok şükür!