Bir an için hayal edelim; 7–8 milyar insan olduğu söyleniyor, biz bu insanları, bir an için, bedenleriyle değil de sadece ruhlarıyla görseydik, ihtimal bir ekin tarlasına yahut çiçek açmış bir elma bir kiraz ağacına bakıyor gibi olacaktık. Yani çokluğu bir tek şey; ekin tarlası, elma ağacı yahut kiraz ağacı, şeklinde algılayacaktık.
Ruhlar, bedenlerin içinde gözükürken ‘ben’ bilincini ortaya çıkaran fiziki ve sosyal çevre edinir. Zamanla farklı kültürler bu vasatta oluşur ve ötekileştirme başlar; işin içine sen-ben kavgası girer. Bu, bir bakıma bedenlerin kavgasıdır, hepimiz ötekinin ruhunu görebilseydik belki sadece ben’i görmüş olacaktık.
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının…” (Nisâ 1)
“O, sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yaratandır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir toplum için ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.” (En’âm 98)
En’âm suresinin doksan sekizinci ayetinde geçen ‘kalma yeri, emanet olarak kullanacağınız yer’ ifadesine, ruh çocuklarının, daimi ikamete kavuşacakları cennete yahut cehenneme kadar sürecek yolculuklarında konakladıkları babanın sulbü, annenin rahmi, toprağın üzeri, yerin altı ve haşir (dirilme) gibi evreler anlamı verilmiştir. Daha kısa bir ifade ile, ayetin ‘bir de emanet olarak konulacağınız yer’ ifadesini, ruh çocuklarının kullandığı ‘beden evleri’ şeklinde anlayabiliriz. Bedenler emanet evler olduğu için ölümle ruhlardan alınmakta.
O halde bir insana bakarken aslında onun emanet bedenine bakıyoruz. Oysa bedenler ruhların geçici istasyonları. Bedenle birlikte ruhun varlığını hissettiğimizde, ebediliği olan, çok üstün bir yaratılışa sahip, insan denilen manevi varlığa bakarız. Bu bakış açısı insanın değerini ortaya çıkarır ve gerçek bir hoşgörüye kaynaklık edebilir.
İnsan, babasında meni, anne rahminde nutfe ve et, daha sonra cenin, ardından ruha sahip canlı, doğumla dış dünyaya çıkan bebek, sonra bebeğin büyüme evreleriyle kemale erer. İnsanın hâlden hâle geçişi ölümle dünya evrelerini tamamlar. İkinci aşamada ise ruh çocuğu, dünyadayken oluşturduğu ben bilinciyle, manevi dünyaya geçer. Yolculuğu manevi dünyada berzah, haşır, mahkem-i kübra, sırat gibi süreçleri tamamladıktan sonra, kalıcı evine, cennete yahut cehenneme ulaşarak sona erer.
Yaratıcı ruh çocuklarının cennete gitmesini istemektedir. Bu yüzden din ve peygamber gönderdi. Hak din İslam’ı ‘ruhuna elbise’ yapan, yani ilahî emirleri dünya hayatında uygulamak için çaba sarf eden ruh çocuğu, amelleriyle cennete yaklaşır. Maneviyatla ilgili tüm edinimler dinden kaynaklanır. Din, ruh çocuğunun cennete dönmesi için yegâne yoldur. Cennete varabilmek için gerekli olan Allah’a iman, emirlerini yerine getirme çabası kişide doğdu mu Rabbi artık onunla beraberdir ve o ruh çocuğunu şüphesiz cennete ulaştırır.
Ruhlar, bedenlerin içinde gözükürken ‘ben’ bilincini ortaya çıkaran fiziki ve sosyal çevre edinir. Zamanla farklı kültürler bu vasatta oluşur ve ötekileştirme başlar; işin içine sen-ben kavgası girer. Bu, bir bakıma bedenlerin kavgasıdır, hepimiz ötekinin ruhunu görebilseydik belki sadece ben’i görmüş olacaktık.
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının…” (Nisâ 1)
“O, sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yaratandır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir toplum için ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.” (En’âm 98)
En’âm suresinin doksan sekizinci ayetinde geçen ‘kalma yeri, emanet olarak kullanacağınız yer’ ifadesine, ruh çocuklarının, daimi ikamete kavuşacakları cennete yahut cehenneme kadar sürecek yolculuklarında konakladıkları babanın sulbü, annenin rahmi, toprağın üzeri, yerin altı ve haşir (dirilme) gibi evreler anlamı verilmiştir. Daha kısa bir ifade ile, ayetin ‘bir de emanet olarak konulacağınız yer’ ifadesini, ruh çocuklarının kullandığı ‘beden evleri’ şeklinde anlayabiliriz. Bedenler emanet evler olduğu için ölümle ruhlardan alınmakta.
O halde bir insana bakarken aslında onun emanet bedenine bakıyoruz. Oysa bedenler ruhların geçici istasyonları. Bedenle birlikte ruhun varlığını hissettiğimizde, ebediliği olan, çok üstün bir yaratılışa sahip, insan denilen manevi varlığa bakarız. Bu bakış açısı insanın değerini ortaya çıkarır ve gerçek bir hoşgörüye kaynaklık edebilir.
İnsan, babasında meni, anne rahminde nutfe ve et, daha sonra cenin, ardından ruha sahip canlı, doğumla dış dünyaya çıkan bebek, sonra bebeğin büyüme evreleriyle kemale erer. İnsanın hâlden hâle geçişi ölümle dünya evrelerini tamamlar. İkinci aşamada ise ruh çocuğu, dünyadayken oluşturduğu ben bilinciyle, manevi dünyaya geçer. Yolculuğu manevi dünyada berzah, haşır, mahkem-i kübra, sırat gibi süreçleri tamamladıktan sonra, kalıcı evine, cennete yahut cehenneme ulaşarak sona erer.
Yaratıcı ruh çocuklarının cennete gitmesini istemektedir. Bu yüzden din ve peygamber gönderdi. Hak din İslam’ı ‘ruhuna elbise’ yapan, yani ilahî emirleri dünya hayatında uygulamak için çaba sarf eden ruh çocuğu, amelleriyle cennete yaklaşır. Maneviyatla ilgili tüm edinimler dinden kaynaklanır. Din, ruh çocuğunun cennete dönmesi için yegâne yoldur. Cennete varabilmek için gerekli olan Allah’a iman, emirlerini yerine getirme çabası kişide doğdu mu Rabbi artık onunla beraberdir ve o ruh çocuğunu şüphesiz cennete ulaştırır.