“Size ulaşan her nimet Allah’tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O’na yalvarırsınız.” (Nahl 53)
Yunus suresinin otuz birinci ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “De ki: Size gökten, yerden rızık veren kimdir, kulaklarla gözlere malik olan kim ve ölüden diriyi izhar eden, diriden ölüyü meydana getiren kim ve işleri tedbir eden kim? Diyecekler ki Allah. O vakit de ki: Neden çekinmezsiniz öyleyse?”
Hayatı ve nimeti yaratan, koruyan, devam ettiren Rabbimizdir. Bize düşen bunun farkında olup daima Rabbimizi hatırlayarak hayatımızı yaşamaktır. Ne var ki çeşitli nedenlerle hayatı ve nimeti vereni unuturuz yahut hayatı ve nimeti sıradanlaştırırız. Bulut yağmur, ağaç elma veriyor sanırız! Bu şekilde düz bir mantıkla bakıp her şeyi normal seyrinde görünce çoğu insan ibadete de yönelmez. Sıkıntı anında ise durum değişir. Özellikle hastane odasında hasta yakınımızın yanında beklerken ya da ameliyattaki bir yakınımızın ameliyattan çıkmasını gözlerken yahut bir yaralanma, bir kaza geçirme durumunda, bir sınav esnasında yahut da bulut ortada gözükmediğinde, elma ağacı meyve vermediğinde, vb., insanın çaresizliğinin aşikâr olduğu durumlarda, dindarlık hâli bilinçaltından bilinçüstüne çıkıverir. Doktor hastanın başındadır, ama biz yine de Allah’tan yardım isteriz. Türbelerde, özellikle Eyüp Sultan’da, bu durumu herkes görmüştür: Açığı kapalısı, moderni gelenekçisi, dudakları kıpır kıpır, ellerinde dua kitapları okumakta, sadakalar dağıtmakta ve Allah’tan yardım istemektedirler. Normal zamanlarda belki günlük ibadetlerini yapmayan bu insanlar, sıkıntılarının baskısı altında biranda dindar bir insan oluverirler.
Dünyada ne kadar insan var ve hangi dine, kültürü mensuplarsa yahut bir dini inançları olmasa da, başlarına bir bela geldiğinde ya da ölümü enselerinde hissettiklerinde, Allah’tan başka sığınacak bir güç olmadığını fıtraten bilirler ve hemen o güce yönelirler. Demek ki Allah inancı fıtridir; insan fıtraten Allah’ın varlığını bilmekte ve bu inancını ne kadar bastırsa da bir noktadan sonra dindar biri gibi, Allah’a yönelmektedir.
Kuran, Allah’ın nimetlerini sayamayacağımızı ifade eder; nimet dairesi her iki âlemi içine almıştır; Cennet gibi baki bir meyvesi olan nimet-i ilahi, neredeyse ebedî bir mahiyettir. Kâinat ve insan yekpare bir nimet ağacıdır. Aklen ve kalben bunu anlayanlar, nimet sahibine, bollukta darlıkta daima kulluk ederler. Bilirler ki hayatı, ondaki zorluğu ve kolaylığı, zararı veya yararı, hikmeti gereği olarak yaratan Allah’tır. İmtihan sırrınca Mümin insana düşen ise her durumda elinden geleni yapıp sonucu sabır ve şükürle karşılamaktır. Aksi tutum ve davranış Allah’a karşı bir nankörlük olacaktır. Hele sıkıntının gitmesini sebeplere (şahıs, tabiat, doktor, ilaç, para, evliya) bağlamak, Allah’a karşı bir iftira, hatta şirktir. Bu hakikati, yani her durumu yaratanın Allah olduğunu, inkârdır. Peygamberler bile gösterdikleri mucizeleri kendileri üstlenmemiş, Allah’ın bir kudreti olarak takdim etmişlerdir. Allah dilemezse hiçbir sebep sonuç doğurmaz.
Sonuç: “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”