Ahretten dünyaya dünyadan da ahrete yolculuk yapıyoruz.
Konu uzun, sen ben, hepimiz, öteki âlemde Rabbimizle beraberdik. Onun emri ile bu âleme geldik. Gelirken bize bazı imkânlar verildi. Doğduğumuz günden öldüğümüz güne kadarki süre dönüş yolculuğu süresidir. Geliş ve dönüş şuurunu kaybeden hayatını ‘tevhidi hayat’ kılamaz.
Şimdi, gelişte nelerimiz var, giderken elimizde neler kalıyor, neyle dönüyoruz?
Bunları bilmek istiyorsan, yaşayan birisinden dinlediklerimi dinle:
Önce şu ‘ben’ dediğimiz insan dedir. Kısaca onu bir hatırlayalım. Ben yani insan can, gönül, akıl, nefis ve vücuttur. Geliş bunlarla olur, fakat gidiş bunlarla olmaz!
Benim hikâyem senin hikâyen; anlatayım da dinle.
Geri dönüş yolculuğumda altı şehirle karşılaştım. Kim dünyaya geldi ise her biri bu şehirlere uğradı.
Birinci şehre vardığımda o şehri mal mülk içinde, her türlü nimetle dolu idi. Saltanatlı, tantanalı, şaşaalı olduğu kadar, yoksulluk ve sıkıntı da vardı. Yolcu yolunda gerek diyerek bu şehirden çıkmak istedim. Vücudum ayak diretti. ‘Ben gelmiyorum; yoksulluk da var, fakat her türlü zenginlik, neşe burada. Ben, burada kalacağım!
Yapacak bir şey yoktu. Vücudu bırakıp yolculuğuma devam ettim.
İkinci şehre vardım: Burası, sözleri sağlam, işleri güzel, fenlerden, sanatlardan anlar insanların zevk ve sefa içinde yaşadığı bir yerdi.
Yolcuyum, burdan da çıkmak ve yoluma devam etmek istedim. Nefsim karşı çıktı. ‘Nereye gidiyorsun? Bak, görüyorsun işte, medeniyet bu şehirde, ilim, sanat her yerde güneş gibi parlıyor. Sağlıklı bir ömür sürecek yer, işte burası. Böyle bir yer nerede bulunur ki?’
Nefsimi isteksiz görünce onu da bu şehre bırakıp, yoluma devam ettim.
Üçüncü şehre vardım: Burası dindarene tavırların olduğu bir beldeydi; insanlar namazlarında niyazlarındaydı. Camileri, mescitleri günde beş kez doluyordu. Kürsülerinde Hak’tan, Peygamber’den, emir ve yasaklardan, cennete nasıl dönüleceğinden haber veren âlimleri vardı. Halkı iyilikleri ve kötülükleri anlatan kişilerin sözünü dinleyip tutuyordu. Bu şehir halkı Kuran’ı önder bilmiş, çalışkan, merhametli ve doğru işli kimselerdi.
Fakat ben yolcuyum, bu şehirden de çıkıp gitmeye yeltendim. Bu kez aklım karşı çıktı. Beni hem azarladı hem de ikna etmeye çalıştı: ‘Burada kal, sen de bu ilim ve kulluk şehrine yerleş, buranın ahalisi cennet ahalisidir’ gibi sözler söyledi.
Sonunda kulluk yapmak üzere akıl da bu şehirde kaldı.
Böylece bu şehirden de çıkıp yolumun üzerindeki dördüncü şehre ulaştım. Burası âşıklar şehriydi. Ahalisinin işi gücü Allah’ı zikir, fikir ve şükürdü. Tespih, tevekkül, doğruluk ve gönül hoşluğu her hâllerine güzel bir koku gibi sinmişti.
Ne var ki, ben yolcuyum, evime dönüyorum, gitmek için harekete geçince bu kez de gönlüm bana muhalefet etti. ‘Sen böyle bilmiyorum ki ne arıyorsun? Burada gördüğün hâllerden daha ilerisi ne olabilir?’
Gönlü de bu şehre bırakıp, çıktım. Yolum beşinci şehre vardı: Burası tuhaf bir şehirdi, ahalisi farklı bir ilim seviyesine ulaşmıştı. Canları kuvvetlenmiş, tenleri zayıflamıştı. ‘Kim nefsini bilirse o Rabbini bilir’, sırrı bu şehir ahalisinde tecelli etmişti. Hâlleri melekî bir hâldi, yerle gök bunlara bir olmuştu. Yerde durup Arştaki yazıları okuyan bunlardı.
Ancak ben yolcuyum, gitmek zorundayım. Çıkmak için yeltendim. Bu kez de canım muhalefet etti. ‘Yapma! Artık bundan ötesi yok! Buradan da çıkarsan, artık yeni bir şehre değil, şaşkınlık vadilerine düşüp helak olacaksın diye korkuyorum. Burası son durak, ben burada kalacağım!’
Canın kendini bilmek istediğini anlıyordum. Onu da orada bırakıp çıktım. Altıncı bir şehir vardı ve ben o şehre ulaştım. Bu şehrin ahalisi pek seyrekti. Bunlar da ne yerlerinde durabiliyor ne de bir istekte bulunuyorlardı. Kendilerini bilmedikleri gibi başkalarını da tanımıyorlardı, ne günah işliyor ne de Hakk’ın emirlerini yapıyorlardı. Ağızlarından iyi kötü bir söz çıkmıyordu, gözlerini açmaya güçleri yoktu.
Galiba ben de artık yolun sonuna gelmiştim. Çünkü gitmek istiyordum, fakat gidecek takatim yoktu. Aciz ve şaşkın öylece kalakalmıştım. Yola devam etmek için bana vücut lazımdı, hani o neredeydi? Kendisiyle dört bir yanı dolaştığım nefsim o da gerilerde kalmıştı. Bana, bilgiyle yol gösteren, önüme ışık tutan aklım da ortalarda yoktu! Hikmet gözelerinden beni içiren gönlüm, ya o nerede kalmıştı? Can mı, o da beni terk etmişti…
Haktan başka tanıdığım ve yakınım kalmamıştı, ağlayıp Allah’ı andım. Pek çok yalvardım. Hülasa dedim ki: ‘Vücut, nefis, akıl, bilgi, gönül ve can gibi sevdiklerimden hiçbiri benimle gelmedi; senden başka da elimden tutanım yok; delilim sensin, ben, senden tarafa ancak seninle gidebilirim…’
O bana altı şeyi bağışlayarak selamete çıkardı: Önce inayet geldi, elimi tuttu ve beni üzüntülerden kurtardı. Sonra hidayet geldi ve Hakk katına yola çıkardı. Ardından Tevfik yetişti ve Hak’tan tarafa gitmek üzere yoldaşlık etti. Derken akl-ı kül teşrif etti, yolculuğumu tamamlayabilmem için bana usul içinde usul öğretti. O ayrılınca ‘ışk-ı yâr’ zuhur etti; onu saadetin gelişi takip etti. İnayet, hidayet, Tevfik, akl-ı kül, ışk-ı yâr ve saadet benimle olunca nereye baksam sevgilinin cemalini görür oldum.
Böylece yolculuğum başarıyla sonuçlandı. İşte, Hakk’ın bağışladığı bu altı nimet beni elimden tutup acizlik şehrinden çıkardı, yüce huzura götürüp evime ulaştırdı.
Bu altı şehir bizim hayat evrelerimizdir; nefis mertebeleridir. Bu yönde yapacağın bir yolculuk şuurun ve gayretin yoksa ilk şehirlerde kalabilir ve bu nedenle hayatını ‘tevhidi hayat’ kılamaya bilirsin.
Konu uzun, sen ben, hepimiz, öteki âlemde Rabbimizle beraberdik. Onun emri ile bu âleme geldik. Gelirken bize bazı imkânlar verildi. Doğduğumuz günden öldüğümüz güne kadarki süre dönüş yolculuğu süresidir. Geliş ve dönüş şuurunu kaybeden hayatını ‘tevhidi hayat’ kılamaz.
Şimdi, gelişte nelerimiz var, giderken elimizde neler kalıyor, neyle dönüyoruz?
Bunları bilmek istiyorsan, yaşayan birisinden dinlediklerimi dinle:
Önce şu ‘ben’ dediğimiz insan dedir. Kısaca onu bir hatırlayalım. Ben yani insan can, gönül, akıl, nefis ve vücuttur. Geliş bunlarla olur, fakat gidiş bunlarla olmaz!
Benim hikâyem senin hikâyen; anlatayım da dinle.
Geri dönüş yolculuğumda altı şehirle karşılaştım. Kim dünyaya geldi ise her biri bu şehirlere uğradı.
Birinci şehre vardığımda o şehri mal mülk içinde, her türlü nimetle dolu idi. Saltanatlı, tantanalı, şaşaalı olduğu kadar, yoksulluk ve sıkıntı da vardı. Yolcu yolunda gerek diyerek bu şehirden çıkmak istedim. Vücudum ayak diretti. ‘Ben gelmiyorum; yoksulluk da var, fakat her türlü zenginlik, neşe burada. Ben, burada kalacağım!
Yapacak bir şey yoktu. Vücudu bırakıp yolculuğuma devam ettim.
İkinci şehre vardım: Burası, sözleri sağlam, işleri güzel, fenlerden, sanatlardan anlar insanların zevk ve sefa içinde yaşadığı bir yerdi.
Yolcuyum, burdan da çıkmak ve yoluma devam etmek istedim. Nefsim karşı çıktı. ‘Nereye gidiyorsun? Bak, görüyorsun işte, medeniyet bu şehirde, ilim, sanat her yerde güneş gibi parlıyor. Sağlıklı bir ömür sürecek yer, işte burası. Böyle bir yer nerede bulunur ki?’
Nefsimi isteksiz görünce onu da bu şehre bırakıp, yoluma devam ettim.
Üçüncü şehre vardım: Burası dindarene tavırların olduğu bir beldeydi; insanlar namazlarında niyazlarındaydı. Camileri, mescitleri günde beş kez doluyordu. Kürsülerinde Hak’tan, Peygamber’den, emir ve yasaklardan, cennete nasıl dönüleceğinden haber veren âlimleri vardı. Halkı iyilikleri ve kötülükleri anlatan kişilerin sözünü dinleyip tutuyordu. Bu şehir halkı Kuran’ı önder bilmiş, çalışkan, merhametli ve doğru işli kimselerdi.
Fakat ben yolcuyum, bu şehirden de çıkıp gitmeye yeltendim. Bu kez aklım karşı çıktı. Beni hem azarladı hem de ikna etmeye çalıştı: ‘Burada kal, sen de bu ilim ve kulluk şehrine yerleş, buranın ahalisi cennet ahalisidir’ gibi sözler söyledi.
Sonunda kulluk yapmak üzere akıl da bu şehirde kaldı.
Böylece bu şehirden de çıkıp yolumun üzerindeki dördüncü şehre ulaştım. Burası âşıklar şehriydi. Ahalisinin işi gücü Allah’ı zikir, fikir ve şükürdü. Tespih, tevekkül, doğruluk ve gönül hoşluğu her hâllerine güzel bir koku gibi sinmişti.
Ne var ki, ben yolcuyum, evime dönüyorum, gitmek için harekete geçince bu kez de gönlüm bana muhalefet etti. ‘Sen böyle bilmiyorum ki ne arıyorsun? Burada gördüğün hâllerden daha ilerisi ne olabilir?’
Gönlü de bu şehre bırakıp, çıktım. Yolum beşinci şehre vardı: Burası tuhaf bir şehirdi, ahalisi farklı bir ilim seviyesine ulaşmıştı. Canları kuvvetlenmiş, tenleri zayıflamıştı. ‘Kim nefsini bilirse o Rabbini bilir’, sırrı bu şehir ahalisinde tecelli etmişti. Hâlleri melekî bir hâldi, yerle gök bunlara bir olmuştu. Yerde durup Arştaki yazıları okuyan bunlardı.
Ancak ben yolcuyum, gitmek zorundayım. Çıkmak için yeltendim. Bu kez de canım muhalefet etti. ‘Yapma! Artık bundan ötesi yok! Buradan da çıkarsan, artık yeni bir şehre değil, şaşkınlık vadilerine düşüp helak olacaksın diye korkuyorum. Burası son durak, ben burada kalacağım!’
Canın kendini bilmek istediğini anlıyordum. Onu da orada bırakıp çıktım. Altıncı bir şehir vardı ve ben o şehre ulaştım. Bu şehrin ahalisi pek seyrekti. Bunlar da ne yerlerinde durabiliyor ne de bir istekte bulunuyorlardı. Kendilerini bilmedikleri gibi başkalarını da tanımıyorlardı, ne günah işliyor ne de Hakk’ın emirlerini yapıyorlardı. Ağızlarından iyi kötü bir söz çıkmıyordu, gözlerini açmaya güçleri yoktu.
Galiba ben de artık yolun sonuna gelmiştim. Çünkü gitmek istiyordum, fakat gidecek takatim yoktu. Aciz ve şaşkın öylece kalakalmıştım. Yola devam etmek için bana vücut lazımdı, hani o neredeydi? Kendisiyle dört bir yanı dolaştığım nefsim o da gerilerde kalmıştı. Bana, bilgiyle yol gösteren, önüme ışık tutan aklım da ortalarda yoktu! Hikmet gözelerinden beni içiren gönlüm, ya o nerede kalmıştı? Can mı, o da beni terk etmişti…
Haktan başka tanıdığım ve yakınım kalmamıştı, ağlayıp Allah’ı andım. Pek çok yalvardım. Hülasa dedim ki: ‘Vücut, nefis, akıl, bilgi, gönül ve can gibi sevdiklerimden hiçbiri benimle gelmedi; senden başka da elimden tutanım yok; delilim sensin, ben, senden tarafa ancak seninle gidebilirim…’
O bana altı şeyi bağışlayarak selamete çıkardı: Önce inayet geldi, elimi tuttu ve beni üzüntülerden kurtardı. Sonra hidayet geldi ve Hakk katına yola çıkardı. Ardından Tevfik yetişti ve Hak’tan tarafa gitmek üzere yoldaşlık etti. Derken akl-ı kül teşrif etti, yolculuğumu tamamlayabilmem için bana usul içinde usul öğretti. O ayrılınca ‘ışk-ı yâr’ zuhur etti; onu saadetin gelişi takip etti. İnayet, hidayet, Tevfik, akl-ı kül, ışk-ı yâr ve saadet benimle olunca nereye baksam sevgilinin cemalini görür oldum.
Böylece yolculuğum başarıyla sonuçlandı. İşte, Hakk’ın bağışladığı bu altı nimet beni elimden tutup acizlik şehrinden çıkardı, yüce huzura götürüp evime ulaştırdı.
Bu altı şehir bizim hayat evrelerimizdir; nefis mertebeleridir. Bu yönde yapacağın bir yolculuk şuurun ve gayretin yoksa ilk şehirlerde kalabilir ve bu nedenle hayatını ‘tevhidi hayat’ kılamaya bilirsin.