Âlem Allah Teâlâ’nın mülkü. Âlemde ne var, hepsi Allah’ı tanır. Bunun kanıtı nerde? diye sorabilirsin. Bunun kanıtı bizzat sensin! Allah seni yüce bir yaratılışla yarattı. Sen onun ol emri olduğun gibi sana da ol emri verme yetkisi tanıdı.
‘Biz elbette insanı en güzel biçimde yarattık.’ (Tîn 4)
Allah emredince insan, melek, hayvan ve bitki, var oldular.
İnsanı, akıl, irade, hafıza, bilgi-görgü, vb. donatılarla manevi kuvvetlerin zirvesi kıldı.
Evet; Allah insana emretme aracı ve yetkisi verdi.
Emretmenin aracı akıldır… İrade ve eylem aklın bir eseridir.
Vücut aklın yönettiği bir ülke gibidir. Bütün his ve organlar aklın kontrolü altındadır. Hepsi o ne emrederse onu yaparlar.
Mesela; tut der, el tutar; bırak der, el bırakır; vur der, el vurur: sev der, el sever!
Göz, kulak, ağız, dil, diş, burun, ayak vb. hep akıldan emir alır. Koş, şuna yetiş! der, ayaklar koşup yetişir; bu sırada diğer hiçbir organ akla muhalefet etmez.
Kuran’la, Sünnet’le, ilimle, fikirle, hikmetle, mana ile meşgul olduğunda aklın vücuda verdiği emirler daha net olur, bu emirler, kişinin kendine ve insanlığa yarar üretir.
Akıl, bu mertebeye erişince, kâinat gibi, baştan sona güzellik ve hayrın iradi bir varlığına ve kaynağına dönüşür.
Yeryüzündeki bütün kıtalarda gözüken, iyi kötü, doğru yanlış, her türlü beşeri faaliyet, üretilen bilim ve teknoloji, aklın verdiği emirlerin bir sonucudur.
İlim ve marifet sahibi akıllar, Allah’ı en iyi bilen akıllardır. Onların faaliyeti daima hayır üreten bir mahiyettir.
Bu insanlar, Allah’ın âlemleri yaratıp emrettiğini, kendi nefislerinden yola çıkıp, çeşitli yakınlık dereceleriyle iyice tanımış ve anlamışlardır. Kendilerini, göreceli olarak, bir emir mertebesi bilmiş, dış âlemde olan tevhidi hayatı, kendi nefislerinde bulmuşlardır.
Tevhidi hayat etmek isteyen her insanın, âlemi ve âlemdeki aklî ve iradî bir varlık olarak kendi nefsini tanıması öncelikli iştir. Sadece dışa dönük öğrenilen bilgi insana bu anlamı kazandırmayacaktır.
Pozitivist bilgi anlayışı insanı kendi kendine yabancılaştırmış ve insanı tabiattan koparmıştır denilebilir. İnsanın kendiyle iletişim kurması için soru sorması gerekir. Ben kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Vb. Soru soran ve cevapların peşine düşen herkes, kendi kendinin hocası olup, kendi kendini eğitebilir; âlem ve tabiat gibi, kendi varlığının bir emir dairesi olduğunu anlayabilir.
Bu yöntemle kendini okuyup bilen, kendindeki yaratanı tanıyıp bilecektir.
İnsan, Kuran ve Sünnet’e bağlı akılla, kim olduğunu, neler yapabileceğini, hangi mülkün sahibi olduğunu, emir dairesinin nereleri ve neleri kapsadığını öğrendiğinde, varlığın içini ve dışını anlamış, evrendeki tevhidi hayatı, en mükemmel şekilde, kendi nefsinde tanımış olacaktır.
‘Biz elbette insanı en güzel biçimde yarattık.’ (Tîn 4)
Allah emredince insan, melek, hayvan ve bitki, var oldular.
İnsanı, akıl, irade, hafıza, bilgi-görgü, vb. donatılarla manevi kuvvetlerin zirvesi kıldı.
Evet; Allah insana emretme aracı ve yetkisi verdi.
Emretmenin aracı akıldır… İrade ve eylem aklın bir eseridir.
Vücut aklın yönettiği bir ülke gibidir. Bütün his ve organlar aklın kontrolü altındadır. Hepsi o ne emrederse onu yaparlar.
Mesela; tut der, el tutar; bırak der, el bırakır; vur der, el vurur: sev der, el sever!
Göz, kulak, ağız, dil, diş, burun, ayak vb. hep akıldan emir alır. Koş, şuna yetiş! der, ayaklar koşup yetişir; bu sırada diğer hiçbir organ akla muhalefet etmez.
Kuran’la, Sünnet’le, ilimle, fikirle, hikmetle, mana ile meşgul olduğunda aklın vücuda verdiği emirler daha net olur, bu emirler, kişinin kendine ve insanlığa yarar üretir.
Akıl, bu mertebeye erişince, kâinat gibi, baştan sona güzellik ve hayrın iradi bir varlığına ve kaynağına dönüşür.
Yeryüzündeki bütün kıtalarda gözüken, iyi kötü, doğru yanlış, her türlü beşeri faaliyet, üretilen bilim ve teknoloji, aklın verdiği emirlerin bir sonucudur.
İlim ve marifet sahibi akıllar, Allah’ı en iyi bilen akıllardır. Onların faaliyeti daima hayır üreten bir mahiyettir.
Bu insanlar, Allah’ın âlemleri yaratıp emrettiğini, kendi nefislerinden yola çıkıp, çeşitli yakınlık dereceleriyle iyice tanımış ve anlamışlardır. Kendilerini, göreceli olarak, bir emir mertebesi bilmiş, dış âlemde olan tevhidi hayatı, kendi nefislerinde bulmuşlardır.
Tevhidi hayat etmek isteyen her insanın, âlemi ve âlemdeki aklî ve iradî bir varlık olarak kendi nefsini tanıması öncelikli iştir. Sadece dışa dönük öğrenilen bilgi insana bu anlamı kazandırmayacaktır.
Pozitivist bilgi anlayışı insanı kendi kendine yabancılaştırmış ve insanı tabiattan koparmıştır denilebilir. İnsanın kendiyle iletişim kurması için soru sorması gerekir. Ben kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Vb. Soru soran ve cevapların peşine düşen herkes, kendi kendinin hocası olup, kendi kendini eğitebilir; âlem ve tabiat gibi, kendi varlığının bir emir dairesi olduğunu anlayabilir.
Bu yöntemle kendini okuyup bilen, kendindeki yaratanı tanıyıp bilecektir.
İnsan, Kuran ve Sünnet’e bağlı akılla, kim olduğunu, neler yapabileceğini, hangi mülkün sahibi olduğunu, emir dairesinin nereleri ve neleri kapsadığını öğrendiğinde, varlığın içini ve dışını anlamış, evrendeki tevhidi hayatı, en mükemmel şekilde, kendi nefsinde tanımış olacaktır.