Dünya kötü bir yer!
Ve dünyayı kötü bir yere ‘biz’ dönüştürdük, biz insanlar yaptık bunu…
En zenginimiz, güven içinde olamadığı için huzursuz.
En yoksulumuz, düş kurmaktan ve aç yaşamaktan yorgun.
Ortadakiler üste mi, alta mı bakacağını bilemiyor, kararsızlık içinde.
Kanaatkârlık hem çok iyi hem de çok kötü.
Bölüşmeyi bilmeyen zenginler yoksullara öğütlüyorsa kanaatkârlığı, bu elbette çok kötü.
Ama zengin, daha zengin olmaya çabalayan ihtiraslı benliğine, egosuna ve yani kendisine öğütleyebiliyorsa kanaatkârlığı ve ondan sonrasında ‘cömertlik’ doğuyorsa işte bu çok çok iyi…
Dünyada olup bitenlerle ilgili -zengin ya da yoksul olmamız fark etmez- bizim de bir rolümüz, bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorsak bu muhteşem bir şey.
Ama gerçek öyle mi?
Bakın bir Fransız, yeryüzünün konuk ettiği belki de son filozoflardan biri, Jean Baudrillard (1929-2007) ne diyor:
‘Bugünün bireyi, Sudan’daki iç savaşı herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamını izlediği andaki duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki savaş devam etse de onun için bitmiştir. İşte bugün ‘bireyin’ yaşadığı bu evren ‘simülasyon evrenidir’. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır…’
Bu eleştiri bize yetmez mi?
Hicap duyup kahrolsak, aynanın karşına geçip kendi yüzümüze tükürsek inanın yeridir.
Söyleyin Allahaşkına, acı çeken insanları seyrettiğiniz haber görüntülerine verdiğiniz tepki, tuvalet kağıdı reklamı izlerken verdiğiniz tepkiden ne kadar farklı?
Baudrillard haksız mı?
***
Dünya belki hiçbir zaman cennet olmadı; ama bugünkünden çok daha iyi bir yerdi. Onu kötü bir yere ‘biz’ dönüştürdük!
Ve dünyada kafayı sıyırmış, çığırından çıkmış her kim varsa iyi bakın ki o da bizim ortak eserimizdir, yozlaşmış toplumun eseri.
Gün be gün aşınan insanlığımızla…
Bir tümör gibi içimizde büyüyen duygusuzluğumuzla…
Hayatın kendisini esas alamayan bütün o saçma sapan eğitim sistemleriyle kuşaktan kuşağa aktardığımız korkunç doyumsuzluğumuzla, tedavi edilemez bencilliğimizle…
Duyarsızlığımızla…
Bozduk dünyayı, yaşanmaz bir yere dönüştürdük.
Şimdi de yakınıyoruz.
***
Ama biliyoruz değil mi, öyle birden bire olmadı bu.
Yıllar yıllar önceydi…
Gözünü Pers ülkesine diken genç komutan Büyük İskender, akıl hocası Aristo’ya sordu: ‘Adalet mi önemlidir, cesaret mi?’
Aristo ‘Adalet olan yerde cesarete gerek kalmaz’ dedi öğrencisine…
Ve fethettiği yerlere adaletten çok ihtiras götüren öğrencisini ömrünün sonunda bir kez daha cesaretle eleştirdi…
Böyle akıl hocaları, böyle yürekli öğretmenler değiştirir belki de dünyanın kötü gidişatını.
Kim bilir?
Dünya bugün Büyük İskender’in çağındakinden çok daha kötü, çok daha adaletsiz, çok daha güvensiz, çok daha tehlikeli bir yer!
Bu doğru; ama bu ummanı geçecek başka bir gemimiz de yok.
Ya gövdedeki deliği kapatacağız ya da hep birlikte boğulacağız!
Ve gerçek şu ki dünyada düzelme ihtimali olan her bozukluk, her arıza, her kötülük, sadece ve sadece bizim dokunuşumuzla, insanın dokunuşuyla değişecek, düzelecek, iyileşecek.
Bir gün, bir Aristo daha çıkıp duymamız gereken şeyi söyleyecek bize.
‘Adalet’ diyecek…
İçinde ‘hayatın devamı’ olan başka bir ihtimal yok!
İyileşmenin yolu önce adaletten, sonra yine adaletten geçiyor. Hülasa; adalet olmayınca hiçbir şey insanı mutlu edemiyor ve de geliştiremiyor…
Ve dünyayı kötü bir yere ‘biz’ dönüştürdük, biz insanlar yaptık bunu…
En zenginimiz, güven içinde olamadığı için huzursuz.
En yoksulumuz, düş kurmaktan ve aç yaşamaktan yorgun.
Ortadakiler üste mi, alta mı bakacağını bilemiyor, kararsızlık içinde.
Kanaatkârlık hem çok iyi hem de çok kötü.
Bölüşmeyi bilmeyen zenginler yoksullara öğütlüyorsa kanaatkârlığı, bu elbette çok kötü.
Ama zengin, daha zengin olmaya çabalayan ihtiraslı benliğine, egosuna ve yani kendisine öğütleyebiliyorsa kanaatkârlığı ve ondan sonrasında ‘cömertlik’ doğuyorsa işte bu çok çok iyi…
Dünyada olup bitenlerle ilgili -zengin ya da yoksul olmamız fark etmez- bizim de bir rolümüz, bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorsak bu muhteşem bir şey.
Ama gerçek öyle mi?
Bakın bir Fransız, yeryüzünün konuk ettiği belki de son filozoflardan biri, Jean Baudrillard (1929-2007) ne diyor:
‘Bugünün bireyi, Sudan’daki iç savaşı herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamını izlediği andaki duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki savaş devam etse de onun için bitmiştir. İşte bugün ‘bireyin’ yaşadığı bu evren ‘simülasyon evrenidir’. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır…’
Bu eleştiri bize yetmez mi?
Hicap duyup kahrolsak, aynanın karşına geçip kendi yüzümüze tükürsek inanın yeridir.
Söyleyin Allahaşkına, acı çeken insanları seyrettiğiniz haber görüntülerine verdiğiniz tepki, tuvalet kağıdı reklamı izlerken verdiğiniz tepkiden ne kadar farklı?
Baudrillard haksız mı?
***
Dünya belki hiçbir zaman cennet olmadı; ama bugünkünden çok daha iyi bir yerdi. Onu kötü bir yere ‘biz’ dönüştürdük!
Ve dünyada kafayı sıyırmış, çığırından çıkmış her kim varsa iyi bakın ki o da bizim ortak eserimizdir, yozlaşmış toplumun eseri.
Gün be gün aşınan insanlığımızla…
Bir tümör gibi içimizde büyüyen duygusuzluğumuzla…
Hayatın kendisini esas alamayan bütün o saçma sapan eğitim sistemleriyle kuşaktan kuşağa aktardığımız korkunç doyumsuzluğumuzla, tedavi edilemez bencilliğimizle…
Duyarsızlığımızla…
Bozduk dünyayı, yaşanmaz bir yere dönüştürdük.
Şimdi de yakınıyoruz.
***
Ama biliyoruz değil mi, öyle birden bire olmadı bu.
Yıllar yıllar önceydi…
Gözünü Pers ülkesine diken genç komutan Büyük İskender, akıl hocası Aristo’ya sordu: ‘Adalet mi önemlidir, cesaret mi?’
Aristo ‘Adalet olan yerde cesarete gerek kalmaz’ dedi öğrencisine…
Ve fethettiği yerlere adaletten çok ihtiras götüren öğrencisini ömrünün sonunda bir kez daha cesaretle eleştirdi…
Böyle akıl hocaları, böyle yürekli öğretmenler değiştirir belki de dünyanın kötü gidişatını.
Kim bilir?
Dünya bugün Büyük İskender’in çağındakinden çok daha kötü, çok daha adaletsiz, çok daha güvensiz, çok daha tehlikeli bir yer!
Bu doğru; ama bu ummanı geçecek başka bir gemimiz de yok.
Ya gövdedeki deliği kapatacağız ya da hep birlikte boğulacağız!
Ve gerçek şu ki dünyada düzelme ihtimali olan her bozukluk, her arıza, her kötülük, sadece ve sadece bizim dokunuşumuzla, insanın dokunuşuyla değişecek, düzelecek, iyileşecek.
Bir gün, bir Aristo daha çıkıp duymamız gereken şeyi söyleyecek bize.
‘Adalet’ diyecek…
İçinde ‘hayatın devamı’ olan başka bir ihtimal yok!
İyileşmenin yolu önce adaletten, sonra yine adaletten geçiyor. Hülasa; adalet olmayınca hiçbir şey insanı mutlu edemiyor ve de geliştiremiyor…