
“İnsanların günde üç tane sekiz saati vardır:
Birinci sekiz saatte herkes uyur dinlenir. İkinci sekiz saatte herkes çalışır. insanın hayatta nereye erişebileceğini belirleyen şey ise üçüncü sekiz saatte yaptıklarıdır.” diyor Robert Kiyosaki.
Hawaii’den çıkmış en ünlü yazarın, 72 yaşındaki bir adamın bu sözü galiba sadece tatil cenneti Hawaiilileri değil, dünyanın öteki tarafında can çekişen doğayla ve kalabalıklaştıkça duyarsızlaşan toplumla adeta boğuşa boğuşa yaşayanları, bizi de yani, çok yakından ilgilendiriyor.
Hatta bizi belki de Hawaiililerden daha fazla ilgilendiriyor…
Kiyosaki’nin makul iddiasının aksine ‘hayatta erişebileceği en ileri noktayı ‘ikinci sekiz saatin’ belirlediğine inanıyor olması’, herhalde bugünün insanının kendi içinde büyüttüğü en tuhaf, en trajik ve asıl hayatla da en fazla çelişen iddiadır…
***
Halimize bir baksanıza!
Ölümüne çalışıyoruz; ama hem bir şeyi değiştirdiğimiz söylenemez hem de değiştirebildiğimiz kadarının bile bizi mutlu etmediği apaçık ortada:
TÜİK’in iş sahası araştırma verileri, insanımızın %46’sının sevmediği bir işte çalıştığını, %35’inin de alıştığı ve başka bir denize yelken açmayı göze alamadığı için iş değiştiremediğini -dolayısıyla yaptığı işi sevmese de sevmeye veya seviyor gibi görünmeye çalıştığını- söylüyor. İki negatif grubun toplamı %81 yapıyor.
Dolayısıyla bu görünüme göre işini severek yapmayı sürdüren çalışanların tüm çalışan nüfusa oranı sadece %19 !..
Ve trajik olan şu ki %81’imiz hem işimizden az ya da çok şikayetçiyiz, onu sevmiyoruz hem de onunla geçen (ikinci) sekiz saatin bizi yücelteceğini, yükselteceğini, başka mutluluk ve doyum katmanlarına eriştireceğini zannediyoruz…
Yaman çelişki bu!
İçinizden birinin ‘Ne yapalım yani? Düzen böyle!’ dediğini duyar gibiyim.
‘Düzen öyle’ deyip işin içinden sıyrılamayız ki…
Bu yazının konusu o değil; ama madem yeri geldi, söyleyelim: Yaptığımız işi güzelleştirmenin, başkalarına ve kendimize daha yararlı olmanın, sevmediğimiz işi yaparken bile mutluluk katsayımızı kendi lehimize değiştirmenin, dolayısıyla ‘ikinci sekiz saati’ iyileştirmenin elbette bir yolu, hatta çokça yolu var:
O işi yaparken doğrudan veya dolaylı biçimde ‘birilerini mutlu edecek küçük gerekçeler oluşturmak’ uygulanabilir bir şeydir:
Bankacı mısınız; o gün maaş çeken bir emekliye iltifat edin. Duymazdan gelse de yapın bunu. Ondan önce size iyi gelecektir bu…
Öğretmen misiniz; bir sabah nedensizce tüm sınıfları dolaşın ‘Günaydın, günaydın, günaydın…’ deyin çocuklara. Durup dururken bir veliyi arayın, çocuğunda gördüğünüz ışıltıyı anlatın. Duymazdan gelse de yapın bunu. Ondan önce size iyi gelecektir bu…
Doktor musunuz; mesai bitimi bir hastanın koluna girin, durağa kadar yürüyün onunla. Şaşkınlıktan belki size tepki veremeyecek olsa da yapın bunu. Ondan önce size iyi gelecektir bu…
Polis misiniz; şikâyet için merkeze gelen birine ‘Çocuklarınız nasıl, iyiler mi?’ deyin bugün. Size iyi gelecek ondan önce, emin olun…
Ve karşınızdaki şaşıracaktır, bundan da emin olun.
Onun şaşıracak olması asıl mânidâr olan şey.
Niye öyle ki? Bir düşünün, neden?..
İkinci sekiz saatteki işinizi, esas mesleğinizi yaparken o işle ilgili mütevazı, başarılabilir, yakın hedefler belirleyin kendinize:
Hastabakıcı mısınız; malzemelerinizi yerleştirmek için daha farklı bir düzen oluşturun mesela. Her gün kullandığınız hitapları değiştirip etkisini gözlemleyin mesela…
Taksi şoförü müsünüz; durakta bekleyen arkadaşlarınız için etkileyici, onların konforunu artıracak bir şey tasarlayın. Yolcularınıza dozunu-kıvamını abartmadan, kendilerini iyi hissetmelerine neden olacak şeylerden söz edin. Zamları, iflasları boş verin, bildiğiniz tanık olduğunuz güzel insan hikâyelerinden söz edin. Kısaca ama… Sonra onlara düşünme şansı tanıyın…
Tezgâhtar mısınız; İkna etmektense anlamaya çalışın. Israr etmektense dinleyin. Daha çok gülümseyin. Yorgunusunuz, evet; ama ha gayret, iltifat edin…
Ve test edin, göreceksiniz satışınız düşmeyecek!
Yani ne iş yapıyorsanız yapın ama mutlaka ‘mutluluk doğuracak’ bir adım atın.
***
Onun dışında…
Mutlaka bir hobi edinin. İş yerinizde de sürdürün bunu…
Hayvanları sevmek, onlarla vakit geçirmek için fırsatlar yaratın. İş yerinizdeyken arada bir gözlerinizi kapatın ve o hayvanı düşünün. Bir kedi, bir köpek, bir kuş, bir balık mesela…
Bir bitki büyütün, düzenli biçimde sulayın onu. İş yerinizde olsun bu…
Ve uzun lafın kısası…
İkinci sekiz saatten (işimizden) her gün birilerini yıkmış, iş yeri üzerimize yıkılmış, dolayısıyla bir yıkıntıya dönüşmüş halde çıkarsak üçüncü sekiz saatimizi (evdeki hayatımız, gece yaşantımız, sosyal zamanımız vs.) toparlamak kat be kat zorlaşır.
Önce işte geçen zamanımızı yönetmeye, oraya iyi şeyler katmaya çalışalım. Üçüncü sekiz saat, aslında ikinci sekiz saatin ortalarından itibaren başlıyor, onunla karışıyor. Bunu iyi bilelim…
Ama işteki zamanımıza bu anlamda hükmetmeyi başarsak da başaramasak da sonraki adımın tamamen başka bir şey olduğunu; onu bir önceki dilimden ayırabildiğimiz ölçüde hayatın tadına varabileceğimizi, mutluluk denen şeyi yakalamamızın işte bu varma-varamama sonucunda saklı olduğunu; paranın pulun, eğlence olanaklarının bunlardan çok sonra geldiğini aklımızdan çıkarmayalım.
Aklımızdan çıkarırsak ne mi olur?
‘%81’ olan o dehşet verici şey (hoşlanmadığımız işimiz), her gün kendisini izleyen ve ‘üçüncü sekiz saat’ denen o harika şeyi yutuverir!
Ve o zaman kendi hayatından, hatta bırakın sadece çalışma anlarını, dinlenme zamanlarından bile nefret eden insanlar artar artar artar…
Toplum ya da toplumun iyimserliği de işte o şikayetçiler, karamsarlar, yorgunlar, bıkkınlar tarafından yutulur!
Birinci sekiz saatte herkes uyur dinlenir. İkinci sekiz saatte herkes çalışır. insanın hayatta nereye erişebileceğini belirleyen şey ise üçüncü sekiz saatte yaptıklarıdır.” diyor Robert Kiyosaki.
Hawaii’den çıkmış en ünlü yazarın, 72 yaşındaki bir adamın bu sözü galiba sadece tatil cenneti Hawaiilileri değil, dünyanın öteki tarafında can çekişen doğayla ve kalabalıklaştıkça duyarsızlaşan toplumla adeta boğuşa boğuşa yaşayanları, bizi de yani, çok yakından ilgilendiriyor.
Hatta bizi belki de Hawaiililerden daha fazla ilgilendiriyor…
Kiyosaki’nin makul iddiasının aksine ‘hayatta erişebileceği en ileri noktayı ‘ikinci sekiz saatin’ belirlediğine inanıyor olması’, herhalde bugünün insanının kendi içinde büyüttüğü en tuhaf, en trajik ve asıl hayatla da en fazla çelişen iddiadır…
***
Halimize bir baksanıza!
Ölümüne çalışıyoruz; ama hem bir şeyi değiştirdiğimiz söylenemez hem de değiştirebildiğimiz kadarının bile bizi mutlu etmediği apaçık ortada:
TÜİK’in iş sahası araştırma verileri, insanımızın %46’sının sevmediği bir işte çalıştığını, %35’inin de alıştığı ve başka bir denize yelken açmayı göze alamadığı için iş değiştiremediğini -dolayısıyla yaptığı işi sevmese de sevmeye veya seviyor gibi görünmeye çalıştığını- söylüyor. İki negatif grubun toplamı %81 yapıyor.
Dolayısıyla bu görünüme göre işini severek yapmayı sürdüren çalışanların tüm çalışan nüfusa oranı sadece %19 !..
Ve trajik olan şu ki %81’imiz hem işimizden az ya da çok şikayetçiyiz, onu sevmiyoruz hem de onunla geçen (ikinci) sekiz saatin bizi yücelteceğini, yükselteceğini, başka mutluluk ve doyum katmanlarına eriştireceğini zannediyoruz…
Yaman çelişki bu!
İçinizden birinin ‘Ne yapalım yani? Düzen böyle!’ dediğini duyar gibiyim.
‘Düzen öyle’ deyip işin içinden sıyrılamayız ki…
Bu yazının konusu o değil; ama madem yeri geldi, söyleyelim: Yaptığımız işi güzelleştirmenin, başkalarına ve kendimize daha yararlı olmanın, sevmediğimiz işi yaparken bile mutluluk katsayımızı kendi lehimize değiştirmenin, dolayısıyla ‘ikinci sekiz saati’ iyileştirmenin elbette bir yolu, hatta çokça yolu var:
O işi yaparken doğrudan veya dolaylı biçimde ‘birilerini mutlu edecek küçük gerekçeler oluşturmak’ uygulanabilir bir şeydir:
Bankacı mısınız; o gün maaş çeken bir emekliye iltifat edin. Duymazdan gelse de yapın bunu. Ondan önce size iyi gelecektir bu…
Öğretmen misiniz; bir sabah nedensizce tüm sınıfları dolaşın ‘Günaydın, günaydın, günaydın…’ deyin çocuklara. Durup dururken bir veliyi arayın, çocuğunda gördüğünüz ışıltıyı anlatın. Duymazdan gelse de yapın bunu. Ondan önce size iyi gelecektir bu…
Doktor musunuz; mesai bitimi bir hastanın koluna girin, durağa kadar yürüyün onunla. Şaşkınlıktan belki size tepki veremeyecek olsa da yapın bunu. Ondan önce size iyi gelecektir bu…
Polis misiniz; şikâyet için merkeze gelen birine ‘Çocuklarınız nasıl, iyiler mi?’ deyin bugün. Size iyi gelecek ondan önce, emin olun…
Ve karşınızdaki şaşıracaktır, bundan da emin olun.
Onun şaşıracak olması asıl mânidâr olan şey.
Niye öyle ki? Bir düşünün, neden?..
İkinci sekiz saatteki işinizi, esas mesleğinizi yaparken o işle ilgili mütevazı, başarılabilir, yakın hedefler belirleyin kendinize:
Hastabakıcı mısınız; malzemelerinizi yerleştirmek için daha farklı bir düzen oluşturun mesela. Her gün kullandığınız hitapları değiştirip etkisini gözlemleyin mesela…
Taksi şoförü müsünüz; durakta bekleyen arkadaşlarınız için etkileyici, onların konforunu artıracak bir şey tasarlayın. Yolcularınıza dozunu-kıvamını abartmadan, kendilerini iyi hissetmelerine neden olacak şeylerden söz edin. Zamları, iflasları boş verin, bildiğiniz tanık olduğunuz güzel insan hikâyelerinden söz edin. Kısaca ama… Sonra onlara düşünme şansı tanıyın…
Tezgâhtar mısınız; İkna etmektense anlamaya çalışın. Israr etmektense dinleyin. Daha çok gülümseyin. Yorgunusunuz, evet; ama ha gayret, iltifat edin…
Ve test edin, göreceksiniz satışınız düşmeyecek!
Yani ne iş yapıyorsanız yapın ama mutlaka ‘mutluluk doğuracak’ bir adım atın.
***
Onun dışında…
Mutlaka bir hobi edinin. İş yerinizde de sürdürün bunu…
Hayvanları sevmek, onlarla vakit geçirmek için fırsatlar yaratın. İş yerinizdeyken arada bir gözlerinizi kapatın ve o hayvanı düşünün. Bir kedi, bir köpek, bir kuş, bir balık mesela…
Bir bitki büyütün, düzenli biçimde sulayın onu. İş yerinizde olsun bu…
Ve uzun lafın kısası…
İkinci sekiz saatten (işimizden) her gün birilerini yıkmış, iş yeri üzerimize yıkılmış, dolayısıyla bir yıkıntıya dönüşmüş halde çıkarsak üçüncü sekiz saatimizi (evdeki hayatımız, gece yaşantımız, sosyal zamanımız vs.) toparlamak kat be kat zorlaşır.
Önce işte geçen zamanımızı yönetmeye, oraya iyi şeyler katmaya çalışalım. Üçüncü sekiz saat, aslında ikinci sekiz saatin ortalarından itibaren başlıyor, onunla karışıyor. Bunu iyi bilelim…
Ama işteki zamanımıza bu anlamda hükmetmeyi başarsak da başaramasak da sonraki adımın tamamen başka bir şey olduğunu; onu bir önceki dilimden ayırabildiğimiz ölçüde hayatın tadına varabileceğimizi, mutluluk denen şeyi yakalamamızın işte bu varma-varamama sonucunda saklı olduğunu; paranın pulun, eğlence olanaklarının bunlardan çok sonra geldiğini aklımızdan çıkarmayalım.
Aklımızdan çıkarırsak ne mi olur?
‘%81’ olan o dehşet verici şey (hoşlanmadığımız işimiz), her gün kendisini izleyen ve ‘üçüncü sekiz saat’ denen o harika şeyi yutuverir!
Ve o zaman kendi hayatından, hatta bırakın sadece çalışma anlarını, dinlenme zamanlarından bile nefret eden insanlar artar artar artar…
Toplum ya da toplumun iyimserliği de işte o şikayetçiler, karamsarlar, yorgunlar, bıkkınlar tarafından yutulur!