Hep ‘zaman’ diyoruz; kontrolden çıkmış değişimin ve onun beraberinde getirdiği yozlaşmanın suçlusunu dışarda, en uzak yerde arıyoruz.
Değil mi?
Ama şöyle daha dikkatli bakın bir, aslında kendi ürünümüz olan şeyler tarafından değişime, yozlaşmaya, mutsuzlaşmaya zorlanıyoruz. Sürükleniyoruz deyim yerindeyse.
Ektiğimizi biçiyoruz!
Teknolojinin, kültürsüzlüğün veyahut yanlış tesis edilmiş bir kültürün ve güya hızlanıp çağı yakalama (?) bazen de geçmişin görkemli imparatorluk günlerine öykünme kılığında ama bugün için akla mantığa aykırı bir telaşın etkisi altındayız. O telaşla tahrik oluyoruz. Yakıp yıkıyoruz. Kırıp döküyoruz...
Sonu çok kötü bu filmin!
Kalabalıkların içinde dehşet verici bir yalnızlığa itiliyoruz. Daha doğrusu kendimizi oraya doğru itiyoruz. Hızlanan hayatın içinde yavaş yavaş coşkusal ivmemizi yitirirken de pek tabii git gide suskunlaşıyoruz, duygusuzlaşıyoruz…
Anımsayın lütfen; çok masum alışkanlıklarımız vardı bizim; öyle ya da böyle bizi mutlu eden. Onları birer birer terk ediyoruz... Terk etmek zorunda kalıyoruz. Direnmiyoruz, halbuki bir şeyleri terk ettikçe biz de kayboluyoruz. Bakın, kendimiz de bütün o ‘kayıp şeyler’ arasındayız artık. İyi de sonra kim bulacak, bir araya getirecek bizi?
★★
“Kendini eğit !
Kendini, kaybetmekten korktuğun her şeyden vazgeçmek için eğit…”
Harikulade söz!
Tahmin edin, kim söylemiş?
Klasik romanlardan, filozof metinlerinden falan değil. Star Wars (Yıldız Savaşları) filminden, bir senaryo cümlesi, bir tirad girişi…
Şimdiden sonra Star Wars’ın öğretisine mi uyacağız peki? Kendimizi, kaybetmekten en, en, en çok koktuğumuz şeyi yitirmiş hâlimize mi hazırlayacağız yavaş yavaş? Olabilir.
Ama çok zor olur öyle yaşamak!
★★
Alışık olduğumuz güzel bir şeyi yitirmek… Çok hazin!
Bakın, bir ulusal bayram coşkusuna karışıp gidiyoruz mesela:
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı…
Bu bir bayram, bir toy, şölen bu; dahası var mı?
Benim kuşağımdakilerin -aslında 1979 Nisanından yakın geçmişe kadar çocukluk yaşamış herkesin- dünya çocuklarıyla buluşup şen şakrak şarkılar söylediği, stadyumları doldurup allı güllü giysilerle dans ettiği; herkesin kendi ülkesinden özgün gösteriler sunduğu eşi benzeri olmayan bir bayramdı 23 Nisan…
Şehirlerde ayrı, kasabalarda ayrı, köylerde apayrı bir heyecan yaşanırdı…
Çocuk bayramıydı bu, ‘çocuk’, ötesi yok!
Saf, temiz, berrak, iyi niyetli, masum…
Umut veren, iyimserlik aşılayan, yıllar sonrası için uluslararası dostluğun ve barışın tohumlarını serpen; hümanizmi ve eşitliği sadece çocuklara da değil, onların lisanıyla tüm topluma öğreten çocuk bayramı…
Kırımızı ayakkabılar, kırmızı kurdeleler, bahar kokuları bayramı...
★★
Ne yazık ki önce salonlar, sahneler, stadyumlar terk edildi; ‘Çocukları sıcakta yormayalım, aman sınav hazırlıkları dersler falan aksamasın!’ denildi. Öylelikle de özensizce hazırlanmış, küçük çaplı müsamerelerle geçiştirilmeye başlandı 23 Nisan. Yurt dışından gelen kafileler azaldı. Kırımızı ayakkabılar, kırmızı kurdeleler, bahar kokuları rafa kaldırıldı.
‘Okul müsamerelerini’ asla küçümsemiyorum, yanlış ifade etmiş olmayayım: Biliyorum ki ‘o küçük etkinlikler bile çocuk yüreklerini heyecanlandırmaya yetiyor’. Ve heyecan olmadan hiçbir şey olmuyor!
Ama kabul edin ki dünyada benzeri olmayan o görkemli törenler, şenlikler unutuldu; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının bu yeni, sembolikleşmiş, sönük hali usul usul kanıksandı.
Şimdi beş, altı, yedi yaşındaki çocuklar benim neden bahsettiğimi anlamayacaklar. Biliyorum. Ama bilmiyorum siz ne dersiniz, bu çok mu normal? Bu iyi mi yani?
Bu... Evet ‘bu’ dediğim şey...
Ve yani içerisinde bahar çiçekleri gibi rengarenk giyinmiş küçük çocukların yerini koyu renk takım elbiseli protokol mensuplarının doldurduğu meydanlarda ve görkemli uluslararası şölenlerin yerini de televizyonlardaki yarım dakikalık kamu spotları ve ulusal egemenlik temalı meşrubat ve banka reklamlarında karşımıza çıkan şey…
İçinden bir parça çocuk geçen…
İçinden azıcık da Atatürk geçen…
İçinde egemenliğin tanımı ve değeri az biraz işlenen, hani paşa çayına katılmış tek şeker kadar(cık) ancak hissedilen reklamlar…
Otuz saniye sadece…
Ne kadar sembolik!
Ve ne kadar ruhsuz!
Alışık olduğumuz birçok şeyi yitirdik yani.
Gün gün, saat saat, dakika dakika, saniye saniye...
Ve bile bile... O kadar işte!
★★
İçiniz mi sızladı?
Yoksa öyle olmadı da benim biraz abarttığımı mı düşündünüz?
Doğru ya, şimdilerde zaten küresel salgın var, o yüzden böyle oldu (?!)
Ama geçen sene de böyleydi…
Seneye peki ?..
Allah kerim, bakalım 2023’te ne olacak?
★★
Her neyse...
Biz meramımızı dile getirdik, başkaca da derdimiz yok!
Fakat iyi örnekleri de görmezden gelmeyelim. O halde bitirmeden hak edene, hakkını teslim edelim:
En olumsuz salgın koşullarında bile, çevrimiçi de olsa mesela, bu bayramı kutlayanlar, coşkusunu iliklerine kadar hissedenler, yüz yıl önceki muazzam heyecanı aynen yaşayanlar, yaşatanlar, yaşatacaklar var...
İhtimalden öte, olasılıktan fazla bir şey bu…
Var, kesin var!..
Sizin içiniz rahat olsun.
Bu bayramı var edenlerin, ‘ulusal egemenlik (hakimiyeti milliye) her şeyin üzerindedir’ diyenlerin, demokrasisiz yaşam düzenine ve her türlü vesayete karşı çıkanların, akıllarına gönüllerine sağlık ki bu bayramı çocuklara armağan edenlerin, Türk çocuğunu yüceltenlerin, Türklüğü kafatasçılıktan tenzih edip bir üst kimliğe, bir memleket beyanına dönüştürenlerin ruhları şâd olsun.
Bayram heyecanını ruhunun en derûnunda hisseden ve onu kendisine armağan etmiş Ata’sını vefa duygusuyla, şükranla, rahmetle yâd eden herkese selam olsun.
Ve çocuklar…
En başta sizin tabii, ‘bayramınız kutlu olsun’!
(*: Bu metin, yazarımız Savaşkan İlmak’ın Pusula arşivinden bugüne uyarlanmıştır; ilk yayım tarihi 23 Nisan 2017)
Değil mi?
Ama şöyle daha dikkatli bakın bir, aslında kendi ürünümüz olan şeyler tarafından değişime, yozlaşmaya, mutsuzlaşmaya zorlanıyoruz. Sürükleniyoruz deyim yerindeyse.
Ektiğimizi biçiyoruz!
Teknolojinin, kültürsüzlüğün veyahut yanlış tesis edilmiş bir kültürün ve güya hızlanıp çağı yakalama (?) bazen de geçmişin görkemli imparatorluk günlerine öykünme kılığında ama bugün için akla mantığa aykırı bir telaşın etkisi altındayız. O telaşla tahrik oluyoruz. Yakıp yıkıyoruz. Kırıp döküyoruz...
Sonu çok kötü bu filmin!
Kalabalıkların içinde dehşet verici bir yalnızlığa itiliyoruz. Daha doğrusu kendimizi oraya doğru itiyoruz. Hızlanan hayatın içinde yavaş yavaş coşkusal ivmemizi yitirirken de pek tabii git gide suskunlaşıyoruz, duygusuzlaşıyoruz…
Anımsayın lütfen; çok masum alışkanlıklarımız vardı bizim; öyle ya da böyle bizi mutlu eden. Onları birer birer terk ediyoruz... Terk etmek zorunda kalıyoruz. Direnmiyoruz, halbuki bir şeyleri terk ettikçe biz de kayboluyoruz. Bakın, kendimiz de bütün o ‘kayıp şeyler’ arasındayız artık. İyi de sonra kim bulacak, bir araya getirecek bizi?
★★
“Kendini eğit !
Kendini, kaybetmekten korktuğun her şeyden vazgeçmek için eğit…”
Harikulade söz!
Tahmin edin, kim söylemiş?
Klasik romanlardan, filozof metinlerinden falan değil. Star Wars (Yıldız Savaşları) filminden, bir senaryo cümlesi, bir tirad girişi…
Şimdiden sonra Star Wars’ın öğretisine mi uyacağız peki? Kendimizi, kaybetmekten en, en, en çok koktuğumuz şeyi yitirmiş hâlimize mi hazırlayacağız yavaş yavaş? Olabilir.
Ama çok zor olur öyle yaşamak!
★★
Alışık olduğumuz güzel bir şeyi yitirmek… Çok hazin!
Bakın, bir ulusal bayram coşkusuna karışıp gidiyoruz mesela:
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı…
Bu bir bayram, bir toy, şölen bu; dahası var mı?
Benim kuşağımdakilerin -aslında 1979 Nisanından yakın geçmişe kadar çocukluk yaşamış herkesin- dünya çocuklarıyla buluşup şen şakrak şarkılar söylediği, stadyumları doldurup allı güllü giysilerle dans ettiği; herkesin kendi ülkesinden özgün gösteriler sunduğu eşi benzeri olmayan bir bayramdı 23 Nisan…
Şehirlerde ayrı, kasabalarda ayrı, köylerde apayrı bir heyecan yaşanırdı…
Çocuk bayramıydı bu, ‘çocuk’, ötesi yok!
Saf, temiz, berrak, iyi niyetli, masum…
Umut veren, iyimserlik aşılayan, yıllar sonrası için uluslararası dostluğun ve barışın tohumlarını serpen; hümanizmi ve eşitliği sadece çocuklara da değil, onların lisanıyla tüm topluma öğreten çocuk bayramı…
Kırımızı ayakkabılar, kırmızı kurdeleler, bahar kokuları bayramı...
★★
Ne yazık ki önce salonlar, sahneler, stadyumlar terk edildi; ‘Çocukları sıcakta yormayalım, aman sınav hazırlıkları dersler falan aksamasın!’ denildi. Öylelikle de özensizce hazırlanmış, küçük çaplı müsamerelerle geçiştirilmeye başlandı 23 Nisan. Yurt dışından gelen kafileler azaldı. Kırımızı ayakkabılar, kırmızı kurdeleler, bahar kokuları rafa kaldırıldı.
‘Okul müsamerelerini’ asla küçümsemiyorum, yanlış ifade etmiş olmayayım: Biliyorum ki ‘o küçük etkinlikler bile çocuk yüreklerini heyecanlandırmaya yetiyor’. Ve heyecan olmadan hiçbir şey olmuyor!
Ama kabul edin ki dünyada benzeri olmayan o görkemli törenler, şenlikler unutuldu; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının bu yeni, sembolikleşmiş, sönük hali usul usul kanıksandı.
Şimdi beş, altı, yedi yaşındaki çocuklar benim neden bahsettiğimi anlamayacaklar. Biliyorum. Ama bilmiyorum siz ne dersiniz, bu çok mu normal? Bu iyi mi yani?
Bu... Evet ‘bu’ dediğim şey...
Ve yani içerisinde bahar çiçekleri gibi rengarenk giyinmiş küçük çocukların yerini koyu renk takım elbiseli protokol mensuplarının doldurduğu meydanlarda ve görkemli uluslararası şölenlerin yerini de televizyonlardaki yarım dakikalık kamu spotları ve ulusal egemenlik temalı meşrubat ve banka reklamlarında karşımıza çıkan şey…
İçinden bir parça çocuk geçen…
İçinden azıcık da Atatürk geçen…
İçinde egemenliğin tanımı ve değeri az biraz işlenen, hani paşa çayına katılmış tek şeker kadar(cık) ancak hissedilen reklamlar…
Otuz saniye sadece…
Ne kadar sembolik!
Ve ne kadar ruhsuz!
Alışık olduğumuz birçok şeyi yitirdik yani.
Gün gün, saat saat, dakika dakika, saniye saniye...
Ve bile bile... O kadar işte!
★★
İçiniz mi sızladı?
Yoksa öyle olmadı da benim biraz abarttığımı mı düşündünüz?
Doğru ya, şimdilerde zaten küresel salgın var, o yüzden böyle oldu (?!)
Ama geçen sene de böyleydi…
Seneye peki ?..
Allah kerim, bakalım 2023’te ne olacak?
★★
Her neyse...
Biz meramımızı dile getirdik, başkaca da derdimiz yok!
Fakat iyi örnekleri de görmezden gelmeyelim. O halde bitirmeden hak edene, hakkını teslim edelim:
En olumsuz salgın koşullarında bile, çevrimiçi de olsa mesela, bu bayramı kutlayanlar, coşkusunu iliklerine kadar hissedenler, yüz yıl önceki muazzam heyecanı aynen yaşayanlar, yaşatanlar, yaşatacaklar var...
İhtimalden öte, olasılıktan fazla bir şey bu…
Var, kesin var!..
Sizin içiniz rahat olsun.
Bu bayramı var edenlerin, ‘ulusal egemenlik (hakimiyeti milliye) her şeyin üzerindedir’ diyenlerin, demokrasisiz yaşam düzenine ve her türlü vesayete karşı çıkanların, akıllarına gönüllerine sağlık ki bu bayramı çocuklara armağan edenlerin, Türk çocuğunu yüceltenlerin, Türklüğü kafatasçılıktan tenzih edip bir üst kimliğe, bir memleket beyanına dönüştürenlerin ruhları şâd olsun.
Bayram heyecanını ruhunun en derûnunda hisseden ve onu kendisine armağan etmiş Ata’sını vefa duygusuyla, şükranla, rahmetle yâd eden herkese selam olsun.
Ve çocuklar…
En başta sizin tabii, ‘bayramınız kutlu olsun’!
(*: Bu metin, yazarımız Savaşkan İlmak’ın Pusula arşivinden bugüne uyarlanmıştır; ilk yayım tarihi 23 Nisan 2017)