“İnsanlardan kimi, bir bilgiye, bir yol göstericiye ve aydınlatıcı bir kitaba sahip olmadan Allah hakkında tartışır.” (Hac 8)
İnsanlar, aşkın varlık hakkında gerçeğin ne olduğunu nasıl bilebilir? Bu, mümkün değildir. Allah’ın Zât’ı hakkında konuşmak Onun yüce mahiyetine sahip olmayı gerektirir. Peygamberler, melekler ve insanlar ilah değildir; hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. O halde, yaratılanın Yaratanın Zât’ını bilmesi mümkün olmaz. Ancak, Yaratan yarattığına ‘bilgi sınırı’ tayin etmiştir. İnsan, kıyamete kadar, o bilgi sınırına varıp dayanacaktır. Fakat vardığı yerde elde edeceği bilgi, varlığa ait bir bilgi olacaktır. Yani, ‘akıllı mahlûk insan’ öğrenemeyen mahlûka dair bilgisini kıyametten önce nihayete erdirecektir. Kendi ulûhiyetinde ve azametinde yekta bir kudret olan Allah (cc)’ı herhangi bir mahlûkun ilmiyle ihata etmesi söz konusu olmayacaktır. (Bunun böyle olmasının da yine aklî pek çok hikmeti vardır.)
Peki, Rabb’ül Âlemin, bir meçhul müdür? Yüce Zâtının bilinmesi anlamında evet, sıfatlarının bilinmesi noktasında, hayır. Kuran-ı Kerim, Rabbimizin kelamı olarak bize, Allah (cc) Hazretlerinin isim ve sıfatlarını tanıtmıştır. İsim ve sıfatların kavranılması da gerçekte muhaldir; insan, esm-i ilahiyi, kendindeki tecellilere (ki, insan kendini mahlûkta müşahede eder; aksi takdirde insan da kenz olur; gizlenir.) bakarak anlamaya çalışır. Elde ettiği Zât bilgisi değil, sıfat bilgisidir. Yani, insan, kendinde olan kadar veya tayin edilmiş sınırları kadar, Rabbine dair bir bilgi elde edebilir. Bu bilginin test edileceği yer ise Kuran’dır.
Allah azze ve celleyle ilgili tasavvuf anlatımlarındaki tecelliler, velilerin Seyr-u sülükleri sırasında yaşadıkları bir takım ruhsal açılımlardır ki öznel birer bilgidir. Şahısları bağlar Hakk’ı ve halkı bağlamaz. Allah hakkındaki bilgi, Kuran’daki bilgidir, diğer kaynaklar Kuranî bilgiyle uyumlu oldukları takdirde bir değer ifade edebilirler; yoksa zandan ibarettirler. Çağımızın büyük cehaletlerinden biri Allahü Teâlâ hakkında ileri geri konuşmaktır. Bu cehaleti, bilim adamı, aydın, yazar-çizer, sanatçı sıfatı taşıyanlar sergilediği gibi, halktan insanlar da, hemen her ortamda, sergilemeye cüret edebilmektedirler.
Zât’ı hakkında insanın bilmesi gerekeni Allahü Teâlâ Kuran’da geniş bir şekilde açıklamış ve Varlığını sıfat-ı ilahisiyle insana tanıtmıştır. Kuran’a kulak asmayıp ideoloji, felsefe veya bilimsel bilgi denilen bilgi türüyle, Yaratıcı hakkında olumsuz şeyler söylemek, bir hakikati dile getirmek değildir; kişilerin hadlerini bilmemesidir.
Sonuç: Allah hakkında tartışanlar; gururlu, kibirli, inatçı, yani cahil kimselerdir. Surenin devam eden dokuzuncu ayetinde, bu tip insanların sadece kendilerini doğru yoldan saptırmadıklarını başkalarını da saptırmaya çalıştıklarını bildirmektedir. Çağımızda bu tıynetteki insanlar âdeta kitleleşmiştir… Evet; mülk ve mahlûk onundur; O, ne dilerse o tecelli eder. Biz, Müslümanlar olarak Rabbimizi Kuran’dan öğrenmeye ve öğretmeye mecburuz, aksi takdirde Ömer’e ulaşamaz, Ebu Cehil mertebesinde kalırız.
İnsanlar, aşkın varlık hakkında gerçeğin ne olduğunu nasıl bilebilir? Bu, mümkün değildir. Allah’ın Zât’ı hakkında konuşmak Onun yüce mahiyetine sahip olmayı gerektirir. Peygamberler, melekler ve insanlar ilah değildir; hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. O halde, yaratılanın Yaratanın Zât’ını bilmesi mümkün olmaz. Ancak, Yaratan yarattığına ‘bilgi sınırı’ tayin etmiştir. İnsan, kıyamete kadar, o bilgi sınırına varıp dayanacaktır. Fakat vardığı yerde elde edeceği bilgi, varlığa ait bir bilgi olacaktır. Yani, ‘akıllı mahlûk insan’ öğrenemeyen mahlûka dair bilgisini kıyametten önce nihayete erdirecektir. Kendi ulûhiyetinde ve azametinde yekta bir kudret olan Allah (cc)’ı herhangi bir mahlûkun ilmiyle ihata etmesi söz konusu olmayacaktır. (Bunun böyle olmasının da yine aklî pek çok hikmeti vardır.)
Peki, Rabb’ül Âlemin, bir meçhul müdür? Yüce Zâtının bilinmesi anlamında evet, sıfatlarının bilinmesi noktasında, hayır. Kuran-ı Kerim, Rabbimizin kelamı olarak bize, Allah (cc) Hazretlerinin isim ve sıfatlarını tanıtmıştır. İsim ve sıfatların kavranılması da gerçekte muhaldir; insan, esm-i ilahiyi, kendindeki tecellilere (ki, insan kendini mahlûkta müşahede eder; aksi takdirde insan da kenz olur; gizlenir.) bakarak anlamaya çalışır. Elde ettiği Zât bilgisi değil, sıfat bilgisidir. Yani, insan, kendinde olan kadar veya tayin edilmiş sınırları kadar, Rabbine dair bir bilgi elde edebilir. Bu bilginin test edileceği yer ise Kuran’dır.
Allah azze ve celleyle ilgili tasavvuf anlatımlarındaki tecelliler, velilerin Seyr-u sülükleri sırasında yaşadıkları bir takım ruhsal açılımlardır ki öznel birer bilgidir. Şahısları bağlar Hakk’ı ve halkı bağlamaz. Allah hakkındaki bilgi, Kuran’daki bilgidir, diğer kaynaklar Kuranî bilgiyle uyumlu oldukları takdirde bir değer ifade edebilirler; yoksa zandan ibarettirler. Çağımızın büyük cehaletlerinden biri Allahü Teâlâ hakkında ileri geri konuşmaktır. Bu cehaleti, bilim adamı, aydın, yazar-çizer, sanatçı sıfatı taşıyanlar sergilediği gibi, halktan insanlar da, hemen her ortamda, sergilemeye cüret edebilmektedirler.
Zât’ı hakkında insanın bilmesi gerekeni Allahü Teâlâ Kuran’da geniş bir şekilde açıklamış ve Varlığını sıfat-ı ilahisiyle insana tanıtmıştır. Kuran’a kulak asmayıp ideoloji, felsefe veya bilimsel bilgi denilen bilgi türüyle, Yaratıcı hakkında olumsuz şeyler söylemek, bir hakikati dile getirmek değildir; kişilerin hadlerini bilmemesidir.
Sonuç: Allah hakkında tartışanlar; gururlu, kibirli, inatçı, yani cahil kimselerdir. Surenin devam eden dokuzuncu ayetinde, bu tip insanların sadece kendilerini doğru yoldan saptırmadıklarını başkalarını da saptırmaya çalıştıklarını bildirmektedir. Çağımızda bu tıynetteki insanlar âdeta kitleleşmiştir… Evet; mülk ve mahlûk onundur; O, ne dilerse o tecelli eder. Biz, Müslümanlar olarak Rabbimizi Kuran’dan öğrenmeye ve öğretmeye mecburuz, aksi takdirde Ömer’e ulaşamaz, Ebu Cehil mertebesinde kalırız.