‘Anasından emdiği süt burnundan geldi’ deyimini bilirsiniz.
Facebook’ta takipçisi olduğum METU Impackt-ODTÜ Etkisi adlı sayfada Seyhun Altunbay bu konuya değinmişti…
2020 Eylülünün sonlarıydı…
O yazının üzerinden epey zaman geçmiş ama sözün nereden çıktığını öğrenirseniz, bizim o deyimi kullandığımız durumların aslında çoğu kez ne kadar eften püften sıkıntılar olduğunu da anlayacaksınız. Osmanlı İmparatorluğu tarihindeki belki de en acıklı ve en acımasız gelenekten esinlenmiş bu söz:
Osmanlı’da 1389’da ‘icabı halinde devletin bekası için kardeş katli vaciptir’ denilerek başlatılan gelenek, 1603’e kadar 214 yıl devam ettirildi. Bu süre içinde tahta geçen padişahlar, kardeşlerini -kundakta olsalar dahi- büyük bir soğukkanlılıkla katlettirdiler. Öylesine bir katliamdı ki bu, sadece kardeşlerinin değil, kardeşlerinin karılarını, varsa çocuklarını, amcalarını, onların karılarını ve çocuklarını hatta babalarını öldürmeye kadar vardı iş.
Dini çevreler kimi kez cılız itirazlar dile getirseler de genelde kardeş katlini ya görmezden geldiler ya da o ‘siyasi geleneği’ onaylayan fetvalar verdiler.
Bugün de aydınlardan ya da siyasetle ilgilenenlerden veyahut sokaktaki sıradan vatandaştan, kitap kurtlarından veya konuya dair bir tek makale okumamış yurttaşlar içerisinden bile o geleneği onaylayan, makbul veya gerekli gören, bugün de o geleneğin belki kansız ama yine acımasız biçimde sürdürülmesi gerektiğini ya da zaten fiilen sürmekte olduğunu düşünen kimseler vardır.
Görüşler türlü türlü…
Olaysa tek, açık ve çok katı: ‘Katli vaciptir!’
★★
Sözünü ettiğimiz bu geleneğe dair son bir vaka var ki herhalde kayda geçirilmişlerin hepsinin en dokunaklısıdır:
“3.Murat’ın oğlu ve veliahtı olarak 29 yaşında tahta geçen 3. Mehmed (1595-1603), Divan edebiyatında kullandığı mahlasıyla ‘Adlî’, Osmanlı hanedanının 13. Padişahı ve 93. İslam Halifesiydi.
O, sadece 4'ü yetişkin olup, içlerinde daha henüz kundaktaki çocukların da bulunduğu 19 kardeşini tahta çıktığı günün gecesinde boğdurtarak öldürttü!
Olay o kadar acımasızca vuku buldu ki kundaktaki şehzadeleri boğmaya giden cellatların bile ağladığı rivayet olunur. Yine rivayet olunur ki o bebeklerden birisi, cellatların infaz için mahfuz odaya geldiği sırada annesinden süt emmekteydi.
Cellatlar, bu bebeğin minicik boğazına çöktüklerinde, az önce emdiği süt burnundan geldi.
Ve işte ‘Anasından emdiği süt burnundan geldi’ deyiminin kaynağı da bu cinayet olarak söylenegeldi...
Daha fecisi bir şey olabilir mi?
Olur:
3. Mehmed’in dört yaşındaki bir diğer kardeşi, cellatlar geldiğinde mısır koçanını dişlemekteydi. Sağır ve dilsiz cellatlara incecik sesiyle ‘Darımı yiyeyim, sonra boğun beni olur mu?’ dediği, ancak buna müsaade edilmediği rivayet olunur…
Tüm o çocukların anneleri, eşleri, olanların eşleri de aynı sebeple öldürüldü. Hızını alamayan 3. Mehmet, öz oğlu şehzade Murat’ı da boğdurttu.
3. Mehmet 1603’te henüz 37 yaşında obezitenin getirdiği sorunlar yüzünden öldü… 8 yıl, 10 ay, 25 gün sürmüştü saltanatı.
Yerine 13 yaşındaki oğlu I. Ahmet tahta geçti.
Aynı gün biat töreni yapıldıktan sonra 3. Mehmet’in tabutu cenaze namazı kılınmak üzere Ayasofya'ya götürüldü. Fakat, daha 13 yaşında bir çocuk olan oğlu I. Ahmet, cenaze merasimine katılmayı reddetti.
Herkes şaşkındı…
Padişah -ve tabii Halife- yokken cenaze namazını nasıl kılacaklarını bilemediler.
Şeyhülislam, yanına birkaç kişi alıp padişahı davet etmeye gitti. İçeri girdikleri zaman, padişahı perdeleri çekilmiş bir odanın ortasında ayakta bekler buldular. Şeyhülislam’ın, babasının cenaze namazını kılması için yaptığı daveti, I. Ahmet şu sözlerle geri çevirdi:
‘Taht sahibi olmak için 19 kardeşini ve bir oğlunu öldürten adam, babam olsa dâhi katildir. Ben katil bir adamın cenaze namazını kılmam. Varın siz kılın ve defnedin...”
I. Ahmet, bu protesto ile de yetinmedi ve 214 yıldır süregelen geleneği, kardeş katli denen acımasızlığı ve insanlık ayıbını da ortadan kaldırdı.”
★★
Peki, nasıl noktalayalım bu bahsi?
Şöyle diyelim: Tarih bizim tarihimiz. Zaferleriyle de yenilgileriyle de iyisiyle de kötüsüyle de doğrusuyla da yanlışıyla da...
Biz tarihi oluşturduk, tarih de bizi…
Hikâyenin özü biraz da arz-talep meselesiydi.
Ama önemli olan şimdi oturup eksiğiyle ya da fazlasıyla ama mutlaka doğru dürüst biçimde değerlendirmemizdir geçmişimizi.
O halde neyi, kimi değerlendirmek?
Sadece 3.Mehmed’i ve I. Ahmet’i mi? Ve sadece geçmişi mi?
Hayır, elbette en önce ‘kendimizi’!
Ve halihazırda kendi yaşantımızı, kendi kültürümüzü...
Hayatı ele alışımızı, geliştirdiğimiz alışkanlıkları ve gelenekleri...
Onların akla, bilime, mantığa, hukuka, Allah’ın buyruğuna, vicdana, insan gerçeğine uygunluğunu...
Samimiyetimizi yani...
16. yüzyıl sonundaki haliyle değil de bizim bugün kullandığımız anlamıyla ‘anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelmeden önce’ bunu bir değerlendirmemiz gerekmez mi?
Facebook’ta takipçisi olduğum METU Impackt-ODTÜ Etkisi adlı sayfada Seyhun Altunbay bu konuya değinmişti…
2020 Eylülünün sonlarıydı…
O yazının üzerinden epey zaman geçmiş ama sözün nereden çıktığını öğrenirseniz, bizim o deyimi kullandığımız durumların aslında çoğu kez ne kadar eften püften sıkıntılar olduğunu da anlayacaksınız. Osmanlı İmparatorluğu tarihindeki belki de en acıklı ve en acımasız gelenekten esinlenmiş bu söz:
Osmanlı’da 1389’da ‘icabı halinde devletin bekası için kardeş katli vaciptir’ denilerek başlatılan gelenek, 1603’e kadar 214 yıl devam ettirildi. Bu süre içinde tahta geçen padişahlar, kardeşlerini -kundakta olsalar dahi- büyük bir soğukkanlılıkla katlettirdiler. Öylesine bir katliamdı ki bu, sadece kardeşlerinin değil, kardeşlerinin karılarını, varsa çocuklarını, amcalarını, onların karılarını ve çocuklarını hatta babalarını öldürmeye kadar vardı iş.
Dini çevreler kimi kez cılız itirazlar dile getirseler de genelde kardeş katlini ya görmezden geldiler ya da o ‘siyasi geleneği’ onaylayan fetvalar verdiler.
Bugün de aydınlardan ya da siyasetle ilgilenenlerden veyahut sokaktaki sıradan vatandaştan, kitap kurtlarından veya konuya dair bir tek makale okumamış yurttaşlar içerisinden bile o geleneği onaylayan, makbul veya gerekli gören, bugün de o geleneğin belki kansız ama yine acımasız biçimde sürdürülmesi gerektiğini ya da zaten fiilen sürmekte olduğunu düşünen kimseler vardır.
Görüşler türlü türlü…
Olaysa tek, açık ve çok katı: ‘Katli vaciptir!’
★★
Sözünü ettiğimiz bu geleneğe dair son bir vaka var ki herhalde kayda geçirilmişlerin hepsinin en dokunaklısıdır:
“3.Murat’ın oğlu ve veliahtı olarak 29 yaşında tahta geçen 3. Mehmed (1595-1603), Divan edebiyatında kullandığı mahlasıyla ‘Adlî’, Osmanlı hanedanının 13. Padişahı ve 93. İslam Halifesiydi.
O, sadece 4'ü yetişkin olup, içlerinde daha henüz kundaktaki çocukların da bulunduğu 19 kardeşini tahta çıktığı günün gecesinde boğdurtarak öldürttü!
Olay o kadar acımasızca vuku buldu ki kundaktaki şehzadeleri boğmaya giden cellatların bile ağladığı rivayet olunur. Yine rivayet olunur ki o bebeklerden birisi, cellatların infaz için mahfuz odaya geldiği sırada annesinden süt emmekteydi.
Cellatlar, bu bebeğin minicik boğazına çöktüklerinde, az önce emdiği süt burnundan geldi.
Ve işte ‘Anasından emdiği süt burnundan geldi’ deyiminin kaynağı da bu cinayet olarak söylenegeldi...
Daha fecisi bir şey olabilir mi?
Olur:
3. Mehmed’in dört yaşındaki bir diğer kardeşi, cellatlar geldiğinde mısır koçanını dişlemekteydi. Sağır ve dilsiz cellatlara incecik sesiyle ‘Darımı yiyeyim, sonra boğun beni olur mu?’ dediği, ancak buna müsaade edilmediği rivayet olunur…
Tüm o çocukların anneleri, eşleri, olanların eşleri de aynı sebeple öldürüldü. Hızını alamayan 3. Mehmet, öz oğlu şehzade Murat’ı da boğdurttu.
3. Mehmet 1603’te henüz 37 yaşında obezitenin getirdiği sorunlar yüzünden öldü… 8 yıl, 10 ay, 25 gün sürmüştü saltanatı.
Yerine 13 yaşındaki oğlu I. Ahmet tahta geçti.
Aynı gün biat töreni yapıldıktan sonra 3. Mehmet’in tabutu cenaze namazı kılınmak üzere Ayasofya'ya götürüldü. Fakat, daha 13 yaşında bir çocuk olan oğlu I. Ahmet, cenaze merasimine katılmayı reddetti.
Herkes şaşkındı…
Padişah -ve tabii Halife- yokken cenaze namazını nasıl kılacaklarını bilemediler.
Şeyhülislam, yanına birkaç kişi alıp padişahı davet etmeye gitti. İçeri girdikleri zaman, padişahı perdeleri çekilmiş bir odanın ortasında ayakta bekler buldular. Şeyhülislam’ın, babasının cenaze namazını kılması için yaptığı daveti, I. Ahmet şu sözlerle geri çevirdi:
‘Taht sahibi olmak için 19 kardeşini ve bir oğlunu öldürten adam, babam olsa dâhi katildir. Ben katil bir adamın cenaze namazını kılmam. Varın siz kılın ve defnedin...”
I. Ahmet, bu protesto ile de yetinmedi ve 214 yıldır süregelen geleneği, kardeş katli denen acımasızlığı ve insanlık ayıbını da ortadan kaldırdı.”
★★
Peki, nasıl noktalayalım bu bahsi?
Şöyle diyelim: Tarih bizim tarihimiz. Zaferleriyle de yenilgileriyle de iyisiyle de kötüsüyle de doğrusuyla da yanlışıyla da...
Biz tarihi oluşturduk, tarih de bizi…
Hikâyenin özü biraz da arz-talep meselesiydi.
Ama önemli olan şimdi oturup eksiğiyle ya da fazlasıyla ama mutlaka doğru dürüst biçimde değerlendirmemizdir geçmişimizi.
O halde neyi, kimi değerlendirmek?
Sadece 3.Mehmed’i ve I. Ahmet’i mi? Ve sadece geçmişi mi?
Hayır, elbette en önce ‘kendimizi’!
Ve halihazırda kendi yaşantımızı, kendi kültürümüzü...
Hayatı ele alışımızı, geliştirdiğimiz alışkanlıkları ve gelenekleri...
Onların akla, bilime, mantığa, hukuka, Allah’ın buyruğuna, vicdana, insan gerçeğine uygunluğunu...
Samimiyetimizi yani...
16. yüzyıl sonundaki haliyle değil de bizim bugün kullandığımız anlamıyla ‘anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelmeden önce’ bunu bir değerlendirmemiz gerekmez mi?