Önce ‘Hadi Balkona Çıkalım, Bi Nefes Alırız’ın yazarı sevgili Ezgi Akgül’ün geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabında paylaştığı iki kısa hikâyeyi aktaracağım size.
Sonra asıl konumuza dönüp orada bitiririz.
Uzun sürmez, merak etmeyin.
(Şu son cümle azıcık dişçi tesellisi gibi oldu; ama olsun…)
***
‘Evlilikte yapılan en büyük hata…’ diye başlıyor Ezgi Akgül ve bu başlığın altında şöyle devam ediyor:
“İlk hikâye bir kadınla ilgili…
Kazak almak için bir mağazaya girmiştim, sanırım kış başıydı. Ben askılardaki ürünlere bakarken yanıma bir kadın geldi, o da aynı şeylere bakmaya başladı. Onun arkasından da bir adam geldi, kadını beklemeye başladı…
Kadın adama döndü, ‘Şunu mu deneyeyim, şunu mu?’ diye sordu adama. Adam, hayatımda duyduğum en iğrenç kahkahayı patlatıp ‘Ne fark eder, ikisi de yakışmayacak sana!’ diye cevap verdi…
Kadınla iki saniyeliğine göz göze geldik. Kızardı, gözleri doldu, elindekileri bırakıp oradan gitti.
Peşinden gidip sarılmak geçti içimden. ‘Üzülme ne olur, sen çok güzelsin’ diye teselli etmek istedim ama yapamadım işte…
İkinci hikâye ise bir erkekle ilgili…
Bir arkadaşım anlatmıştı. Eşinin kendisini devamlı başka adamlarla kıyasladığını, dizilerde gördüğü zengin ve yakışıklı adamları gösterip ‘Bak şunlar gibi ol" dediğini, en ufak hatasında onu beceriksiz, işe yaramaz, kötü bir baba olmakla suçladığını ve bütün bunların kendisini çok yorduğunu söylemişti…
…
Evliliklerin -daha geniş anlamda gönül ilişkilerinin- bitme sebeplerinin temeline baktığım zaman hep ‘beklenti’ eşiğinin yüksek tutulmasının öne çıktığını görüyorum. Gerçekçi olamamak… Çok yıkıcı bir etken bu. İnsanlar artık kendilerinin sadece ‘en iyiyi’ hak ettiğini düşündüklerinden evin içinde de hep o en iyisi (!?) dolaşsın istiyorlar. Koridorda Adriana Lima ile karşılaşmak isteyen adamların Hint şebeğinden beter olmaları tipik bir ironi tabii… Vehbi Koç gibi başarılı adam bekleyen kadınların da hayattaki en büyük başarısının biten şampuana su koymayı akıl etmeleri olması yine ayrı bir ironi…
Bir çocuğun çizdiği resme bakıp ‘Bu ne kadar kötü bir resim, hiç o dağlar kırmızı olur mu, kalem öyle mi tutulur, hem sen neyi becerebiliyorsun ki zaten?’ dediğiniz zaman mı yoksa ‘Dağların kırmızı olabileceği hiç aklıma gelmemişti; ne güzel hayal gücün var, kalemi şöyle tutsan sanki daha güzel şeyler ortaya çıkacak…" diye motive ettiğiniz zaman mı onun başarısına katkı sağlarsınız? Düşünün bir…
Biz genelde birinciyi seçiyoruz. Yıkıp geçiyoruz yani.
Karısının fazla kilosundan şikayetçi olan erkek, ‘Hayvan gibi oldun" diyerek onu zayıflamaya teşvik edebileceğini zannediyor…
Ne büyük bir yanılgı !
Ya da kocasının sorumsuz olmasından şikayetçi olan kadın ‘Bir işi de düzgün yap kör olasıca!’ dediği zaman, adama o gün bir aydınlanma geleceğini falan mı düşünüyor acaba?
Ah, işte bir büyük yanılgı daha !
Uzun lafın kısası, iletişim kurmayı genel anlamda bilmiyoruz. Toplum olarak bir eksiğimiz var, bireyleri geçtim...
Ne yapmalı?
Okullarda yabancı dil dersinin yanına ‘Gönül Dili’ derslerini de eklemek lazım belki de…
Çünkü en yabancısı olduğumuz konu, artık ‘gönül almak’ oldu...”
***
Doğru dürüst ‘gönül almanın’ örnekleri çevremizde az, hem de çok çok az… Yine de aşkın bizimle yaşayan ve bizi yaşatan bin bir tonu var, iyi ki böyle!
Çünkü ‘gönül kırıcılar’ her an, her yerde. Onlarla savaşanlar da…
Hayatın içinde bir çeşit zehir-panzehir dengesi var; ama zehirin hep daha yaygın, daha güçlü ve sanki şimdi daha da muteber olduğunu görüyoruz.
Siz de hayatı, hayatın içindeki nefret yüklü kimseleri; onların yemek programları dahil her sosyal grup içerisinde inanılmaz çoğalışını esefle izliyorsunuz, değil mi?
Durum böyleyken, en baştaki adamı ve az önceki kadını okuyunca ne düşündünüz?
‘Odun kafalı herif’, ‘şapşal kadın’ ya da hani nezaketle biraz daha yumuşatılmış biçimde ikisine de ‘Kaba, yoz insanlar!’ demiş olabilir misiniz?
Yalan yok, ben aynen öyle dedim! Hatta dahasını söyledim…
Ve maalesef biliyorum, böylelerine çok sık rastlanıyor çevremizde.
Onların kimi oğlumuzun, kimi kızımızın, kimi kardeşimizin veya ne bileyim, mesela eski sevgilimizin, bir zamanlara platonik aşkımız olmuş o erişilmez insanın, önem verdiğimiz birinin ya da belki hiç bilmediğimiz, tanımadığımız birilerinin kalbini kırıyor, bedenini incitiyor, ruhunu örseliyor, hayatını cehenneme çeviriyor…
İçimiz acıyor bunlara tanık olduğumuzda…
Canımız yanıyor…
Dokunup bir şeyleri değiştirememek, insanı daha da kahrediyor. Değiştirebileceğimiz tek şey belki kendi yaşamımız ki yerine göre o bile pek mümkün olmuyor.
Ne yazık, ne kötü ve ne fena!
Böyle önemli bir sorunun üstesinden gelememek…
***
Her şeye rağmen… Bu yazı yayımlandıktan saatler sonra, hem de küresel salgının pençesinde kıvranan bir dünyada ve o dünyanın içinde tam da o gün sokağa çıkma kısıtlamasının olduğu bir ülkede ‘14 Şubat Sevgililer Günü’ coşkusu yaşanacak.
Her şeye rağmen… Ne güzel !
Ama tüm dünyalılar değil elbette, ‘dileyenler ve bunun için imkânı olanlar’, bu kez çok başka koşullar içinde yaşayacaklar bu trajik heyecanı. Tabii mantık olarak her şeyden önce de bir sevgilisi olanlar, onlar yaşayacaklar…
Dilerim 14 Şubat’ı gönül huzuruyla kutlayanlar, samimi sevgililer çoktur, hepsi çok mutludur ve daima da mutlu olurlar şu üç günlük dünyada.
Ve çevrelerine de mutluluk yayarlar.
Merak etmeyin; sevgi ararken sevmeyi de bilen, onu cömertçe dışa vuran insanlardan kimseye zarar gelmez!
Küçükler biraz daha bekleyebilirler; ama yaşı uygun olup da bir sevgilisi olmayanlar, onlar da dilerim tez zamanda bu olağanüstü güzel duyguyu misliyle karşılık alarak tadarlar, bir dahaki sevgililer gününde böyle yalnız olmazlar…
‘Âmiiiinnnn!’ diyenleri duydum…
Bir ‘Âmin’ de benden, onlar için…
***
Aşkın süreklilik-sürdürülebilirlik boyutu; çoğu yazar, şair, düşünürü yüzyıllarca meşgul ettiği gibi hayatım boyunca benim de aklımı kurcaladı.
Birbirini ‘her şeye rağmen’ ve yaşadıkça sevmeyi başarabilen, mesela evlendikten yıllar sonra da ilişkilerini yine sevgili olarak sürdürebilenlere daima derin hayranlık duydum. Annem ve babam, bu anlamda bana ve sevgili kardeşlerime çok iyi örnek oldular. 2013’e, babamın ölümüne kadar. Aslında aralarındaki o ilişki hâlâ sürüyor.
Onlara hep minnettarım.
***
Ve özetin özetinin özeti:
Aşk, tutku, kararlılık, sabır, sadakat, saman alevi gibi olmayan o uzun ömürlü romantizm ve bütün güzel şeyler…
Ne derseniz artık…
‘Hayat’ diye tutunduğumuz şey, bunlarla güzelleşiyor...
Ama Ezgi Akgül’den alıntıladığım o iki kısa hikâyede öne çıkan davranışlar, bu saydıklarımın tam zıttıydı. Hiç yaşanmaması gereken ve aşkı da hayatı da şüphesiz kısaltan şeyler…
Hem öyle yapmamak hem de karşılaşınca tepki göstermek lazım…
Üç günlük dünyada…
Kimsenin kimseyi yoğun sevgisizlikle incitmeye, yaralamaya hakkı yok!
Öyle yaralar tedavi edilemiyor çünkü…
Sonra asıl konumuza dönüp orada bitiririz.
Uzun sürmez, merak etmeyin.
(Şu son cümle azıcık dişçi tesellisi gibi oldu; ama olsun…)
***
‘Evlilikte yapılan en büyük hata…’ diye başlıyor Ezgi Akgül ve bu başlığın altında şöyle devam ediyor:
“İlk hikâye bir kadınla ilgili…
Kazak almak için bir mağazaya girmiştim, sanırım kış başıydı. Ben askılardaki ürünlere bakarken yanıma bir kadın geldi, o da aynı şeylere bakmaya başladı. Onun arkasından da bir adam geldi, kadını beklemeye başladı…
Kadın adama döndü, ‘Şunu mu deneyeyim, şunu mu?’ diye sordu adama. Adam, hayatımda duyduğum en iğrenç kahkahayı patlatıp ‘Ne fark eder, ikisi de yakışmayacak sana!’ diye cevap verdi…
Kadınla iki saniyeliğine göz göze geldik. Kızardı, gözleri doldu, elindekileri bırakıp oradan gitti.
Peşinden gidip sarılmak geçti içimden. ‘Üzülme ne olur, sen çok güzelsin’ diye teselli etmek istedim ama yapamadım işte…
İkinci hikâye ise bir erkekle ilgili…
Bir arkadaşım anlatmıştı. Eşinin kendisini devamlı başka adamlarla kıyasladığını, dizilerde gördüğü zengin ve yakışıklı adamları gösterip ‘Bak şunlar gibi ol" dediğini, en ufak hatasında onu beceriksiz, işe yaramaz, kötü bir baba olmakla suçladığını ve bütün bunların kendisini çok yorduğunu söylemişti…
…
Evliliklerin -daha geniş anlamda gönül ilişkilerinin- bitme sebeplerinin temeline baktığım zaman hep ‘beklenti’ eşiğinin yüksek tutulmasının öne çıktığını görüyorum. Gerçekçi olamamak… Çok yıkıcı bir etken bu. İnsanlar artık kendilerinin sadece ‘en iyiyi’ hak ettiğini düşündüklerinden evin içinde de hep o en iyisi (!?) dolaşsın istiyorlar. Koridorda Adriana Lima ile karşılaşmak isteyen adamların Hint şebeğinden beter olmaları tipik bir ironi tabii… Vehbi Koç gibi başarılı adam bekleyen kadınların da hayattaki en büyük başarısının biten şampuana su koymayı akıl etmeleri olması yine ayrı bir ironi…
Bir çocuğun çizdiği resme bakıp ‘Bu ne kadar kötü bir resim, hiç o dağlar kırmızı olur mu, kalem öyle mi tutulur, hem sen neyi becerebiliyorsun ki zaten?’ dediğiniz zaman mı yoksa ‘Dağların kırmızı olabileceği hiç aklıma gelmemişti; ne güzel hayal gücün var, kalemi şöyle tutsan sanki daha güzel şeyler ortaya çıkacak…" diye motive ettiğiniz zaman mı onun başarısına katkı sağlarsınız? Düşünün bir…
Biz genelde birinciyi seçiyoruz. Yıkıp geçiyoruz yani.
Karısının fazla kilosundan şikayetçi olan erkek, ‘Hayvan gibi oldun" diyerek onu zayıflamaya teşvik edebileceğini zannediyor…
Ne büyük bir yanılgı !
Ya da kocasının sorumsuz olmasından şikayetçi olan kadın ‘Bir işi de düzgün yap kör olasıca!’ dediği zaman, adama o gün bir aydınlanma geleceğini falan mı düşünüyor acaba?
Ah, işte bir büyük yanılgı daha !
Uzun lafın kısası, iletişim kurmayı genel anlamda bilmiyoruz. Toplum olarak bir eksiğimiz var, bireyleri geçtim...
Ne yapmalı?
Okullarda yabancı dil dersinin yanına ‘Gönül Dili’ derslerini de eklemek lazım belki de…
Çünkü en yabancısı olduğumuz konu, artık ‘gönül almak’ oldu...”
***
Doğru dürüst ‘gönül almanın’ örnekleri çevremizde az, hem de çok çok az… Yine de aşkın bizimle yaşayan ve bizi yaşatan bin bir tonu var, iyi ki böyle!
Çünkü ‘gönül kırıcılar’ her an, her yerde. Onlarla savaşanlar da…
Hayatın içinde bir çeşit zehir-panzehir dengesi var; ama zehirin hep daha yaygın, daha güçlü ve sanki şimdi daha da muteber olduğunu görüyoruz.
Siz de hayatı, hayatın içindeki nefret yüklü kimseleri; onların yemek programları dahil her sosyal grup içerisinde inanılmaz çoğalışını esefle izliyorsunuz, değil mi?
Durum böyleyken, en baştaki adamı ve az önceki kadını okuyunca ne düşündünüz?
‘Odun kafalı herif’, ‘şapşal kadın’ ya da hani nezaketle biraz daha yumuşatılmış biçimde ikisine de ‘Kaba, yoz insanlar!’ demiş olabilir misiniz?
Yalan yok, ben aynen öyle dedim! Hatta dahasını söyledim…
Ve maalesef biliyorum, böylelerine çok sık rastlanıyor çevremizde.
Onların kimi oğlumuzun, kimi kızımızın, kimi kardeşimizin veya ne bileyim, mesela eski sevgilimizin, bir zamanlara platonik aşkımız olmuş o erişilmez insanın, önem verdiğimiz birinin ya da belki hiç bilmediğimiz, tanımadığımız birilerinin kalbini kırıyor, bedenini incitiyor, ruhunu örseliyor, hayatını cehenneme çeviriyor…
İçimiz acıyor bunlara tanık olduğumuzda…
Canımız yanıyor…
Dokunup bir şeyleri değiştirememek, insanı daha da kahrediyor. Değiştirebileceğimiz tek şey belki kendi yaşamımız ki yerine göre o bile pek mümkün olmuyor.
Ne yazık, ne kötü ve ne fena!
Böyle önemli bir sorunun üstesinden gelememek…
***
Her şeye rağmen… Bu yazı yayımlandıktan saatler sonra, hem de küresel salgının pençesinde kıvranan bir dünyada ve o dünyanın içinde tam da o gün sokağa çıkma kısıtlamasının olduğu bir ülkede ‘14 Şubat Sevgililer Günü’ coşkusu yaşanacak.
Her şeye rağmen… Ne güzel !
Ama tüm dünyalılar değil elbette, ‘dileyenler ve bunun için imkânı olanlar’, bu kez çok başka koşullar içinde yaşayacaklar bu trajik heyecanı. Tabii mantık olarak her şeyden önce de bir sevgilisi olanlar, onlar yaşayacaklar…
Dilerim 14 Şubat’ı gönül huzuruyla kutlayanlar, samimi sevgililer çoktur, hepsi çok mutludur ve daima da mutlu olurlar şu üç günlük dünyada.
Ve çevrelerine de mutluluk yayarlar.
Merak etmeyin; sevgi ararken sevmeyi de bilen, onu cömertçe dışa vuran insanlardan kimseye zarar gelmez!
Küçükler biraz daha bekleyebilirler; ama yaşı uygun olup da bir sevgilisi olmayanlar, onlar da dilerim tez zamanda bu olağanüstü güzel duyguyu misliyle karşılık alarak tadarlar, bir dahaki sevgililer gününde böyle yalnız olmazlar…
‘Âmiiiinnnn!’ diyenleri duydum…
Bir ‘Âmin’ de benden, onlar için…
***
Aşkın süreklilik-sürdürülebilirlik boyutu; çoğu yazar, şair, düşünürü yüzyıllarca meşgul ettiği gibi hayatım boyunca benim de aklımı kurcaladı.
Birbirini ‘her şeye rağmen’ ve yaşadıkça sevmeyi başarabilen, mesela evlendikten yıllar sonra da ilişkilerini yine sevgili olarak sürdürebilenlere daima derin hayranlık duydum. Annem ve babam, bu anlamda bana ve sevgili kardeşlerime çok iyi örnek oldular. 2013’e, babamın ölümüne kadar. Aslında aralarındaki o ilişki hâlâ sürüyor.
Onlara hep minnettarım.
***
Ve özetin özetinin özeti:
Aşk, tutku, kararlılık, sabır, sadakat, saman alevi gibi olmayan o uzun ömürlü romantizm ve bütün güzel şeyler…
Ne derseniz artık…
‘Hayat’ diye tutunduğumuz şey, bunlarla güzelleşiyor...
Ama Ezgi Akgül’den alıntıladığım o iki kısa hikâyede öne çıkan davranışlar, bu saydıklarımın tam zıttıydı. Hiç yaşanmaması gereken ve aşkı da hayatı da şüphesiz kısaltan şeyler…
Hem öyle yapmamak hem de karşılaşınca tepki göstermek lazım…
Üç günlük dünyada…
Kimsenin kimseyi yoğun sevgisizlikle incitmeye, yaralamaya hakkı yok!
Öyle yaralar tedavi edilemiyor çünkü…