Erzurum'da aile zanaatının üçüncü kuşak temsilcisi 64 yaşındaki Mehmet Çulğatay, kündekari tekniğiyle yaptığı ahşap eserlerle, ata yadigarı sanatı dünyanın birçok bölgesine taşıyor. Aşkale’nin Gökçebük Köyünde doğup büyüyen Çulğatay, 54 yıldır ahşaba can veriyor.
Yüzyıllardır Türk-İslam mimarisine zenginlik katan ve Selçuklu sanatı olan kündekari, geometrik şekillerde kesilmiş yüzlerce küçük parçanın bir araya getirilmesiyle oluşuyor. Çivi ve tutkal kullanılmadan ahşap parçaları birbirine geçirerek yapılan kündekari sanatına, ömrünü vermiş olan Mehmet Çulğatay sanatını gözleri ışıldayarak anlatıyor.
Keresteciler Sitesinde yer alan mütevazi dükkânında sabahın ilk ışıklarıyla çalışmaya koyulan Mehmet usta, elindeki odun parçalarını adeta sanat eserine dönüştürüyor. İreko, akçaağaç, maun hiç fark etmiyor. Her türlü ağacın dilini okuyup, onları sabırla işleyip can veriyor.
Şehirleri aşan bir ün
Ünü şehirleri aşan kündekar Mehmet ustanın dükkanının önünde ne bir tabela ne de bir reklam ibaresi var. Onu ve sanatını bilenler günün sonunda Erzurum’un tek, Türkiye’nin ise son beş kündekarından olan Çulğatay’ın dükkanının yolunu tutuyor. Her gün önünden geçerken hayran kaldığımız, içine girdiğimizde ise nutkumuzun tutulduğu kürsüleri, kapıları, minberleri olan Lalapaşa ve Ulu Camii ise yine Mehmet Usta’nın ellerinde hayat bulan eserlerden birkaçı.
‘Selahaddin Minberi’
Erzurum’un tarihi ve manevi kalelerinin pek çoğunda imzası olan Çulğatay’ın, kapıdan minbere, mihraptan kürsüye pek çok eserde parmaklarının izi, ruhunun yansımaları mevcut. Konu mihrap, minber olunca da akıllara pek tabi Selahaddin Eyyubi’nin meşhur hikayesi geliyor.
Yaptıkları işin manevi yönüne de değinerek bu hikâyeyi aktaran Çulğatay, Selahaddin Minberinin hikayesini şöyle anlatıyor: “Bundan 8 asır önce, Bağdat'ta bir marangoz, oldukça ince işlemelerle bezeli bir minber yapmış; bu minberin namını duyup satın almak isteyenlere ise tek bir cevap vermişti: "Bu minber Mescid-i Aksa'da duracak." Kudüs'ün Haçlı işgali altında olduğu o yıllarda henüz küçük bir çocuk olan Selahaddin Eyyubi, bu sözü duymuş ve 40 yıl sonra Kudüs'ü fethettikten sonra minberi Mescid-i Aksa'ya yerleştirmişti. "Selahaddin Minberi" olarak bilinen bu minber, bundan Hıristiyan-Siyonist Dennis Michael Rohan tarafından caminin ateşe verilmesiyle küle döndü. Ateşe veren o ismi şu an çoğu insan hatırlamıyor ama o minber hala hikâyesiyle akıllara kazınmış durumda”
Türkiye’deki beş kündekardan biri
Çocuk yaşta başladığı bu işi 54 yıldır şevkle yaptığını ifade eden Çulğatay, kündekari ustalığına başlama serüveninin Yıldız Camisine yaptığı bir kürsünün vesile olduğunu aktarıyor. Erzurum’un tek kündekar ustası olan Çulğatay sadece şehirde değil Türkiye’de de bu işi yapan 5 ustadan biri.
Onlarca camide eserleri var
Mesleğine aşık olan Mehmet usta bu zorlu sanatın Türkiye’de sadece Trabzon, İstanbul Denizli ve Konya’daki ustalar tarafından yapıldığını ifade ederek sözlerine şöyle devam ediyor: “Ülkenin çeşitli noktalarında camii kapıları, kürsüleri yaptım. Örneğin İstanbul’da on altı caminin çeşitli yerlerinde kündekari usulü kullanarak eserler ortaya koyduk. Bingöl’de yirmi üç tane, caminin kürsüsünü, minberini ‘Suriye usulü’ dediğimiz şekilde yaptık. Bunların çoğu kündekari şeklinde değil. Çünkü bu sanat hem zor hem de herkese hitap eden bir şey değil. Mesela ben bir kündekari kapıyı dört ayda yapıyorum. 10 bin parçayı birbirine geçirip zorlu bir mesai harcıyorum. Bu işi bilmeyenler çoğu zaman beni sıkboğaz edip acele ettiriyorlar. İş bitince anlıyorlar nasıl bir emeğin sonunda ortaya çıktığını ve bana hak veriyorlar.”
“Vatanımı terk etmem”
Kündekari işlerinin sadece Türkiye’de değil Dünyada pek çok ülkede popüler olduğunu ve yoğun bir talep aldığını ifade eden Çulğatay, yurtdışından gelen birçok teklife ise sıcak bakmıyor. ‘Vatanımı terk etmem, bir yere de gitmem’ diyen kündekar ustası, “Bulgaristan’a kürsü gönderdik, Irak’a birçok kapı yolladık. Özellikle Almanya’dan onlarca telefon aldık. ‘Gelip burada çalışın’ diye fakat hepsi reddettim. Burası benim vatanım burayı terk edip gidemem” diye konuştu.
“Gözüm arkada kalmayacak”
Altı kişilik bir ekiple çalıştıklarını kaydeden Çulğatay, bu dünyadan giderken gözünün arkada kalmayacağını ifade ederek bu sanatı çok güvendiği ve beraber çalıştıkları oğlu Yusuf’a aktaracağını dile getiriyor. Ata yadigarı bu sanatın yok olmasına gönlünün el vermeyeceğini kaydeden Çulğatay sözlerine şunları da ekliyor: “Bu işi benden sonra oğlum Yusuf sürdürecek ve bundan dolayı gözüm arkada değil. İnşallah o da yanında bir çırak yetiştirir ve böylece bu sanat nesilden nesile aktarılır ve geleceğe ulaştırılır.”
Sabır işi
Kündekarinin her şeyden önce sabır ve emek işi olduğunun da altını çizen usta Çulğatay, “İnsanlar yaptığınız kapıya, kürsüye ya da minbere bakarken bir bütünü görüyorlar ama o işin arkasındaki emeği tam anlamıyorlar. Bu işin ustasının ülkede bu kadar az olmasının sebeplerinden birisi de bu. Çünkü hem zor hem tarihi bir dokuya sahip ayrıca işçiliği sebebiyle de maliyetli bir iş. Örneğin Lalapaşa Camii’nin kapısı da kündekaridir ve göz alıcı bir estetiğe sahiptir. Bir gün bu camide namaz kılmaya gelenler yaptığımız kapı ile karşılaşmışlar ve bana ulaştılar böylece Kars’ta bulunan tarihi Harakani Camisinin de bu vesileyle kapısını da yapmış olduk” diye konuştu.
“İş ağırdı fakat Allah utandırmadı”
Irak’ın başkenti Bağdat’ta bulunan İmam-ı Azam’ın türbesinin sekiz kapısını da yapan usta kündekar, yaptığı işin her şeyden önce isminin çok büyük olduğuna inandığını ifade etti. Sekiz kapıyı yapmasını ‘Allah’ın bir takdiri’ olarak nitelendiren Çulğatay, “İlk olarak türbenin kapıları İstanbul’da bir ustaya verilmiş ama o da yedi sekiz aya iki tanesini anca yapabilmiş. Benim yaptığım işleri çok yakından bilen birinin vasıtası ile bana ulaştılar ve ben yedi ayda yapıp sekiz kapıyı teslim ettim. İş ağırdı fakat Allah utandırmadı ve üstesinden geldik. Her bir kapının 2 bin 500 parçası vardı ve toplamda sekiz kapı yaptım” dedi.
‘O’nun evlerinin kapısını yaptım’ demek istiyorum
Cami haricinde herhangi bir işe bakmadığını ifade eden 64 yaşındaki usta, “Rusya’dan birisi bana ulaştı ve bir kapı yaptırmak istediğini söyledi ve bizde şartlarda anlaştık. Sonra aklıma Rusya’da o kapıyı nereye takacakları takıldı aradım ve sordum. İçkili bir mekânın kapısı olacağını duydum ve hemen iptal ettim. Benim yaptığım işlerin bir manevi hissiyatı olduğuna inanıyorum. Sadece camiler için çalışmamda bundan ötürü. Ahirette bana ‘Allah için ne yaptın?’ diye sorulunca ‘O’nun evlerinin kapısını yaptım’ demek istiyorum” diye konuştu.
‘Bunu ben mi yaptım?’ diye hayret ediyorum
Yaptığı kapılara kimi zaman kendisinin de hayran kaldığını ve ‘Bunu ben mi yaptım?’ diye hayrete düştüğünü ifade eden Çulğatay sözlerine şöyle devam etti:“Ben bir kapı yapmadan önce her boyutunu enine boyuna düşünüyorum. Yıllar sonra bir tarafında sıkıntısı çıkarsa çözümü ne olur diye kafa yoruyorum. Ustalık birazda bunu gerektiriyor. Siz yarın öbür gün bu dünyadan göçüp gideceksiniz ama eserleriniz kalacak ve her gören size dua edip, rahmet okumalı. Bu tarz kapılar üç yüz yıl dayanıyor. Siz vefat ettiğinizde sizden bu dünyaya bir eser kalıyor ve en büyük mutlulukta bu”
“10 bin 100 parçayı birleştirdim”
Hilalkentte bulunan Müderris Ahmet Efendi Camiyi ustalık eserim diye adlandıran Çulğatay, “ O camideki her şey baştan aşağı bana ait ve kündekari usulle yapıldı. İçeri girdiğimde benim bile başım dönüyor. Yaptığım büyük camilere ek olarak Dadaşkentte Çamlıca Caminin belli başlı işlerini de yaptım ve tam dört ay sürdü. Bu zamana kadar yaptığım en fazla parçaya sahip kapı o oldu. Tam 10 bin 100 parçayı birleştirdim ve ortaya muazzam bir eser çıktı. Yaptığımız bu kapı 20 bin euro’ya mal oldu” ifadelerine yer verdi.
Şeyma TAHİR