Salgın sürecinde evde kaldığımız şu günlerde en büyük fedakârlığı aslında çocuklarımız yapmışlardır. Büyüklerin dahi bazı zamanlar evden sıkılıp, dışarıya çıktığı anlar olsa bile çocuklarımız yasağı hiçbir şekilde delmemişlerdir. Dolayısıyla en büyük alkışı hak edenlerin başında kocaman yürekleriyle çocuklarımız gelmektedir. 2000 yılı ve ardından gelen yıllarda hayata merhaba diyen çocuklarımızın biz büyükler tarafından hep şanslı olduğu ifade edilse de ben aynı görüşte hiçbir zaman olmadım. Mahalle kültüründen uzak, sokak oyunlarını bilmeyen, modern hapishane olarak gördüğüm beton binalarda hayat sürmeye çalışan ve sanal âlem de vakit geçiren çocuklarımıza kimse siz şanslısınız demesin; çünkü şanslı değiller. Salgın sürecinde ise iyice evlere kapanan, daha önce zaten çevreden değişen dünya düzeninin sonucu olarak koparılan çocuklarımız iyice yalnızlığa itilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doya doya çıtalı peşinde koşmadan, horoz şekerinin tadına varmadan, bilye oynamadan, at arabasının arkasına takılmadan, gazoz kapaklarını vınlatmadan, papil saymadan çocukluklarımız maalesef gençlik dönemine girmiş oluyor. Ne güzeldi o oyunlar ve oyunlar sayesinde ortaya çıkan dostluk, kardeşlik, paylaşma, yardımlaşma, işbirliği yapma, dayanışma duygusu ve rekabet, ama kırmadan, incitmeden bunu kin ve nefrete dönüştürmeden yapma. İşte bizim şanslı dediğimiz bu çocuklarımız bu güzel hasletlerden mahrum büyüdü ve veya büyümeye devam ediyor. Ya bizler bi düşünelim…
O zamanlar oyunlarımızda kolay ve masrafsız idi. Ne babamızın bizi götürecek alışveriş merkezlerine ihtiyaç vardır, nede oyun malzemesi için paraya ihtiyacımız yoktu. Her şey gibi oyunlarda doğaldı, içten ve samimi idiler. Oyunların bile tek beklentileri kendileriyle zaman geçirecek çocukların mutlu olabilmelerini görebilmek idi. İşte o dönemin okul yoluna düşen çocukların en kolay ve zevk aldıkları oyunların başında cüz gelirdi. Cüz, bu gün belli yaşta olan hepimizin hemen hatırladığı ve en çok oynadığımız oyunların başında gelirdi. Okul duvarlarının dili olsa eğer en çok bu konuda anlatacak hikâyesi olurdu herhalde. Siyah önlük giyen ve beyaz yakalık takan her öğrencinin oynadığı bir oyun idi cüz. Teneffüs aralarında, çoğunlukla ders başlamadan önce veya dersin bitiminden hemen sonra oynanan cüz için iki kişinin olması yeterli idi. Bazen saatlerce bazen çok kısa sürede oynanan bu oyunun belli başlı kurallar vardı. Kurallar basit, fakat oyun düşünme becerisi fazla olan kişinin üstünlüğünü ortaya çıkarırdı. İki kafadarın bir araya gelip cüz oyunu oynanmaya karar verilmiş ise önce yer tespit edilirdi. Genelde bahçe duvarları veya okulun beton dökülmüş ve üzeri çizilebilen geniş alanları seçilirdi. Nadiren de olsa sınıfta sıraların üstünde de öğretmenden ve sınıf başkanından gizlice oynanırdı. Üst sınıfların oyun alanlarına girilmemesine dikkat edilir, yanlış adım atılmaktan kaçınılırdı. Nihayetinde onlar üst sınıftı neme lazım başa iş almamak lazım idi. Oyunun temel malzemeleri ise taş, cam, kireç ve kömür parçası veya onların yerine geçen malzemeler olurdu. Bunlar hemen çevreden kolaylıkla bulanabilirdi. Cüz için kireç veya kömür yardımıyla kare şekil çizilir ve dört eşit parçaya bölünürdü. Oyunun malzemeleri alana yerleştirir ve üç aynı malzemenin bir araya getirilmesine çalışılırdı. Oyunda hedef zaten aynı kareye aynı malzemeden üç tanesini yerleştirmek olurdu. Bir nevi aslında satranca benzerdi cüz oyunu. İkisinde de rakibin atacağı hamleyi kestirmek ve ona göre hareket etmek vardır. Cüz ise daha az malzeme ile oynandığı için şehrimizde her çocuğun oynadığı bir oyun olmuştur. Yanlış hamle yapan hayıflanır, rakip ise hemen karşı hamleye geçerdi. Bazen oyun saatlerce sürer, okul zilinin çaldığı unutulur, akşam ezanı okunur, fakat cüz oyunu devam ederdi. Ders başlamış veyahut eve geç kalınmış bu hiç kimsenin umurunda olmazdı. Oyunda mızıkçılık yapanlarda olur bir anda oyun biterdi. Küslükler ise uzun sürmezdi. Ne de olsa bu bir oyundu. Her çocuk bunu bilir ve ona göre hareket ederdi. Oyun sadece erkeklerin oynadığı bir oyun değildi. Kızlarda oyunu bilir, bazen aralarında bazen de erkek arkadaşlarıyla birlikte oynardı. Oyun farklı sınıflardan çocukların birbirleriyle yarışmalarına da vesile olur ve böylelikle tüm okul birbirini tanırdı. Her sınıfın bu oyunu en iyi oynayan bir lider oyuncusu olurdu. Yenmek ve yenilmek doğal bir durumdu. Okulda başlayan süreç mahalle ve sokağa da taşınır ve çocuklar oyunlarına burada da devam ederlerdi. Cüz, özellikle havaların ısındığı ve karın olmadığı zamanlarda daha çok tercih edilen oyun idi. Cüz aslında oyundan ziyade çocukları bir arada tutan bir bağ idi. İşte zamane çocuklarımızdan aldığımız ve kopardığımız şey de mahalle oyunlarımızla o insani ilişkileri sağlayan bağdır. Çocuklarımızın geleceğini düşünüyorsak yapacağımız onlara pahalı oyuncaklar almak değil, yapacağımız tek şey onları geçmişleriyle yüzleştirmektir. Buna bizim değil, onların çok ihtiyacı var. Çevremize baktığımız bunu çok kolay görebiliriz.
O zamanlar oyunlarımızda kolay ve masrafsız idi. Ne babamızın bizi götürecek alışveriş merkezlerine ihtiyaç vardır, nede oyun malzemesi için paraya ihtiyacımız yoktu. Her şey gibi oyunlarda doğaldı, içten ve samimi idiler. Oyunların bile tek beklentileri kendileriyle zaman geçirecek çocukların mutlu olabilmelerini görebilmek idi. İşte o dönemin okul yoluna düşen çocukların en kolay ve zevk aldıkları oyunların başında cüz gelirdi. Cüz, bu gün belli yaşta olan hepimizin hemen hatırladığı ve en çok oynadığımız oyunların başında gelirdi. Okul duvarlarının dili olsa eğer en çok bu konuda anlatacak hikâyesi olurdu herhalde. Siyah önlük giyen ve beyaz yakalık takan her öğrencinin oynadığı bir oyun idi cüz. Teneffüs aralarında, çoğunlukla ders başlamadan önce veya dersin bitiminden hemen sonra oynanan cüz için iki kişinin olması yeterli idi. Bazen saatlerce bazen çok kısa sürede oynanan bu oyunun belli başlı kurallar vardı. Kurallar basit, fakat oyun düşünme becerisi fazla olan kişinin üstünlüğünü ortaya çıkarırdı. İki kafadarın bir araya gelip cüz oyunu oynanmaya karar verilmiş ise önce yer tespit edilirdi. Genelde bahçe duvarları veya okulun beton dökülmüş ve üzeri çizilebilen geniş alanları seçilirdi. Nadiren de olsa sınıfta sıraların üstünde de öğretmenden ve sınıf başkanından gizlice oynanırdı. Üst sınıfların oyun alanlarına girilmemesine dikkat edilir, yanlış adım atılmaktan kaçınılırdı. Nihayetinde onlar üst sınıftı neme lazım başa iş almamak lazım idi. Oyunun temel malzemeleri ise taş, cam, kireç ve kömür parçası veya onların yerine geçen malzemeler olurdu. Bunlar hemen çevreden kolaylıkla bulanabilirdi. Cüz için kireç veya kömür yardımıyla kare şekil çizilir ve dört eşit parçaya bölünürdü. Oyunun malzemeleri alana yerleştirir ve üç aynı malzemenin bir araya getirilmesine çalışılırdı. Oyunda hedef zaten aynı kareye aynı malzemeden üç tanesini yerleştirmek olurdu. Bir nevi aslında satranca benzerdi cüz oyunu. İkisinde de rakibin atacağı hamleyi kestirmek ve ona göre hareket etmek vardır. Cüz ise daha az malzeme ile oynandığı için şehrimizde her çocuğun oynadığı bir oyun olmuştur. Yanlış hamle yapan hayıflanır, rakip ise hemen karşı hamleye geçerdi. Bazen oyun saatlerce sürer, okul zilinin çaldığı unutulur, akşam ezanı okunur, fakat cüz oyunu devam ederdi. Ders başlamış veyahut eve geç kalınmış bu hiç kimsenin umurunda olmazdı. Oyunda mızıkçılık yapanlarda olur bir anda oyun biterdi. Küslükler ise uzun sürmezdi. Ne de olsa bu bir oyundu. Her çocuk bunu bilir ve ona göre hareket ederdi. Oyun sadece erkeklerin oynadığı bir oyun değildi. Kızlarda oyunu bilir, bazen aralarında bazen de erkek arkadaşlarıyla birlikte oynardı. Oyun farklı sınıflardan çocukların birbirleriyle yarışmalarına da vesile olur ve böylelikle tüm okul birbirini tanırdı. Her sınıfın bu oyunu en iyi oynayan bir lider oyuncusu olurdu. Yenmek ve yenilmek doğal bir durumdu. Okulda başlayan süreç mahalle ve sokağa da taşınır ve çocuklar oyunlarına burada da devam ederlerdi. Cüz, özellikle havaların ısındığı ve karın olmadığı zamanlarda daha çok tercih edilen oyun idi. Cüz aslında oyundan ziyade çocukları bir arada tutan bir bağ idi. İşte zamane çocuklarımızdan aldığımız ve kopardığımız şey de mahalle oyunlarımızla o insani ilişkileri sağlayan bağdır. Çocuklarımızın geleceğini düşünüyorsak yapacağımız onlara pahalı oyuncaklar almak değil, yapacağımız tek şey onları geçmişleriyle yüzleştirmektir. Buna bizim değil, onların çok ihtiyacı var. Çevremize baktığımız bunu çok kolay görebiliriz.