Kartallarla leyleklerin savaşını anımsıyor musunuz?
Bu defa da kargalarla insanların savaşına bakalım. Daha doğrusu, kendisi dahil her şeyle savaşmayı becerebilen (!) insanoğlunun bir yolunu bulup karga milletiyle savaşmasının hikâyesine bir göz atalım.
Hikâye dediğime bakmayın, gerçek tarih bu…
Sevgili dostum Fırat Ay, emekli bir astsubayın anılarından alıntıladığı bu inanılmaz olayı geçtiğimiz mayıs ayı ortalarında sosyal medyada bizlerle paylaşmıştı:
“1998 yılı ağustos ayında Muş’un Malazgirt ilçesindeki askeri birliğe tayin oldum...
İzin bittikten sonra katıldığım 108. Topçu Alayı’nın konuşlandırıldığı yerde o kadar çok kavak ağacı var ki… Yüzlerce... Bir de her birinde onlarca karga yuvası.
Tabiri caizse yer gök hep karga...
Sabah akşam öylece ötüp duruyorlar. Sesleri de rahatsız edecek kadar yüksek ama yapacak bir şey yok, onların yaratılışları öyle...
Bir süre sonra Alay’da görevli bazı subay ve astsubaylar, biz yapmayın etmeyin desek de kargaları rahatsız etmeye başladılar. Yuvalarını taşlıyor, ağaçları sallayarak yavruları yuvadan düşürüyorlardı.
Karga yuvası çer çöpten; hafif bir sarsıntı yetiyor. Sonunda kargalar rahatsız oldu.
Direnmeye başladılar…
Kargalar inanılmaz sosyal hayvanlar; aileleriyle birlikte yaşıyorlar. Haliyle birbirlerine de sahip çıkıyorlar. Kendilerini taşlayan, yuvalarını bozan kişileri bellemişler.
Derken bir gün ‘En iyi savunma taarruzdur’ diyerek hücuma geçtiler.
Herkese değil, kendilerine zarar verenlere saldırıyorlardı.
Belledikleri kişiyi gördüklerinde, koloni halinde üzerine pike yapıyorlar. Yakalasalar parça pinçik edecekler, o kadar öfkeliler... En çok da ordonat bölük komutanı bir yüzbaşı vardı, onu takip ediyor, binadan çıkışını bekliyorlardı.
Yüzbaşı sonunda rahat yürüyemez oldu, ta kapının dibine kadar gelen araca palas pandıras biniyor, yakayı öyle kurtarıyordu.
Mücadele epey sürdü…
Kargalar çok direndi ama insanoğlunun zulmüne dayanmak ne mümkün... Sabahın köründe pompalı tüfeklerle kargalara ateş etmeler, ağaçların arasında lastik yakıp dumanla zehirlemeler dahil bilinen ne kadar kalleşlik varsa kargalara yapıldı.
Kargalar da belli ki köklerinin kurutulacağını anladılar ve sonunda oradan göçtüler.
Bir sabah kalktığımızda tek bir karga bile kalmamıştı….
İnsanlar, büyük zaferi (?) şenlikle kutladılar…
Öyle ya, zavallı kuşları yenmek hakikaten büyük bir başarıydı!
Ama...
Sonra ne mi oldu?
Ertesi yıl Alay’ı yılanlar ve fareler bastı.
Öyle ki insanlar evlerine gidemez, çocuklarını evde bırakamaz oldu. Çünkü eşik beşik, nere varsa her yer yılanların istilasına uğradı.
Tarif edilir gibi bir şey değil, yaşamayan bilemez !
Yılanlar sütü çok seviyor diye, sırf eve girmemesi için kapılarının önüne kap kap süt koyan mı ararsın, zift kokusundan rahatsız oluyorlarmış diyerek evin dışını ziftle boyayan mı ararsın...
O da yetmedi; millet, evi ocağı kapattı, üçer beşer derken kafilelerle orduevinde taşındı. Hatta baktılar olacak gibi değil, bazı arkadaşlar eşyasını kamyonlara yükletip memleketlerine gönderdi. Muş Malazgirt’te o yıl Üçevler dediğimiz askeri lojmanların tamamı boşaldı…
Kargaların Malazgirt’ten göçüp giderken geride bıraktığı inanılmaz uğursuzluk, bizimkilere azap oldu.
Vaktiyle hiç düşünmemişlerdi:
Neden sadece o bölgede o kadar çok karga vardı?
Etrafta yuva yapacakları o kadar çok alan varken niye orası?..”
***
Vururuz, kırarız, yıkarız, bozarız…
Ama böyle sorulara olağan zamanlarda pek kafa yormayız:
Doğa, neden bir düzen oluşturmuş, kargalar ne işe yarıyor mesela?
Ya da yaramak zorunda mı, bizim bencillik edip ‘faydalı’ diye nitelediğimiz bir var oluş hikâyesinin gerçekte başka hikmetleri, sırları, gerekçeleri, açıklamaları olamaz mı?
Hormonlara, GDO’lara, tarım ilaçlarına, atmosfere salınan zehirli gazlara, nükleer enerjiye direnenler; buna rağmen toprağın, denizlerin, ırmakların ve göllerin kirlenişi; bu kirlilikle mücadele edenler, onların yaptığı iş, niye çok önemli?..
Gözle görülemeyen küçücük tehditler insanoğlunu nasıl derinden sarsıyor; ama doğa biz olmayınca dengesini bulup kendi kendini ne güzel yeniliyor değil mi?
Yaşamımız tehlikeye girince sorular nasıl da berraklaşıyor.
Öyle tabii ki…
O halde bu değerli soruların yanıtlarına artık daha çok kafa yoralım.
Bu defa da kargalarla insanların savaşına bakalım. Daha doğrusu, kendisi dahil her şeyle savaşmayı becerebilen (!) insanoğlunun bir yolunu bulup karga milletiyle savaşmasının hikâyesine bir göz atalım.
Hikâye dediğime bakmayın, gerçek tarih bu…
Sevgili dostum Fırat Ay, emekli bir astsubayın anılarından alıntıladığı bu inanılmaz olayı geçtiğimiz mayıs ayı ortalarında sosyal medyada bizlerle paylaşmıştı:
“1998 yılı ağustos ayında Muş’un Malazgirt ilçesindeki askeri birliğe tayin oldum...
İzin bittikten sonra katıldığım 108. Topçu Alayı’nın konuşlandırıldığı yerde o kadar çok kavak ağacı var ki… Yüzlerce... Bir de her birinde onlarca karga yuvası.
Tabiri caizse yer gök hep karga...
Sabah akşam öylece ötüp duruyorlar. Sesleri de rahatsız edecek kadar yüksek ama yapacak bir şey yok, onların yaratılışları öyle...
Bir süre sonra Alay’da görevli bazı subay ve astsubaylar, biz yapmayın etmeyin desek de kargaları rahatsız etmeye başladılar. Yuvalarını taşlıyor, ağaçları sallayarak yavruları yuvadan düşürüyorlardı.
Karga yuvası çer çöpten; hafif bir sarsıntı yetiyor. Sonunda kargalar rahatsız oldu.
Direnmeye başladılar…
Kargalar inanılmaz sosyal hayvanlar; aileleriyle birlikte yaşıyorlar. Haliyle birbirlerine de sahip çıkıyorlar. Kendilerini taşlayan, yuvalarını bozan kişileri bellemişler.
Derken bir gün ‘En iyi savunma taarruzdur’ diyerek hücuma geçtiler.
Herkese değil, kendilerine zarar verenlere saldırıyorlardı.
Belledikleri kişiyi gördüklerinde, koloni halinde üzerine pike yapıyorlar. Yakalasalar parça pinçik edecekler, o kadar öfkeliler... En çok da ordonat bölük komutanı bir yüzbaşı vardı, onu takip ediyor, binadan çıkışını bekliyorlardı.
Yüzbaşı sonunda rahat yürüyemez oldu, ta kapının dibine kadar gelen araca palas pandıras biniyor, yakayı öyle kurtarıyordu.
Mücadele epey sürdü…
Kargalar çok direndi ama insanoğlunun zulmüne dayanmak ne mümkün... Sabahın köründe pompalı tüfeklerle kargalara ateş etmeler, ağaçların arasında lastik yakıp dumanla zehirlemeler dahil bilinen ne kadar kalleşlik varsa kargalara yapıldı.
Kargalar da belli ki köklerinin kurutulacağını anladılar ve sonunda oradan göçtüler.
Bir sabah kalktığımızda tek bir karga bile kalmamıştı….
İnsanlar, büyük zaferi (?) şenlikle kutladılar…
Öyle ya, zavallı kuşları yenmek hakikaten büyük bir başarıydı!
Ama...
Sonra ne mi oldu?
Ertesi yıl Alay’ı yılanlar ve fareler bastı.
Öyle ki insanlar evlerine gidemez, çocuklarını evde bırakamaz oldu. Çünkü eşik beşik, nere varsa her yer yılanların istilasına uğradı.
Tarif edilir gibi bir şey değil, yaşamayan bilemez !
Yılanlar sütü çok seviyor diye, sırf eve girmemesi için kapılarının önüne kap kap süt koyan mı ararsın, zift kokusundan rahatsız oluyorlarmış diyerek evin dışını ziftle boyayan mı ararsın...
O da yetmedi; millet, evi ocağı kapattı, üçer beşer derken kafilelerle orduevinde taşındı. Hatta baktılar olacak gibi değil, bazı arkadaşlar eşyasını kamyonlara yükletip memleketlerine gönderdi. Muş Malazgirt’te o yıl Üçevler dediğimiz askeri lojmanların tamamı boşaldı…
Kargaların Malazgirt’ten göçüp giderken geride bıraktığı inanılmaz uğursuzluk, bizimkilere azap oldu.
Vaktiyle hiç düşünmemişlerdi:
Neden sadece o bölgede o kadar çok karga vardı?
Etrafta yuva yapacakları o kadar çok alan varken niye orası?..”
***
Vururuz, kırarız, yıkarız, bozarız…
Ama böyle sorulara olağan zamanlarda pek kafa yormayız:
Doğa, neden bir düzen oluşturmuş, kargalar ne işe yarıyor mesela?
Ya da yaramak zorunda mı, bizim bencillik edip ‘faydalı’ diye nitelediğimiz bir var oluş hikâyesinin gerçekte başka hikmetleri, sırları, gerekçeleri, açıklamaları olamaz mı?
Hormonlara, GDO’lara, tarım ilaçlarına, atmosfere salınan zehirli gazlara, nükleer enerjiye direnenler; buna rağmen toprağın, denizlerin, ırmakların ve göllerin kirlenişi; bu kirlilikle mücadele edenler, onların yaptığı iş, niye çok önemli?..
Gözle görülemeyen küçücük tehditler insanoğlunu nasıl derinden sarsıyor; ama doğa biz olmayınca dengesini bulup kendi kendini ne güzel yeniliyor değil mi?
Yaşamımız tehlikeye girince sorular nasıl da berraklaşıyor.
Öyle tabii ki…
O halde bu değerli soruların yanıtlarına artık daha çok kafa yoralım.