“Firavun şöyle dedi: Âlemlerin Rabbı dediğin nedir?” (Şu’arâ – 23)
Hz. Musa (as) ile Firavun arasındaki tartışma ve çatışmayı Kuran’dan takip ettiğimizde Firavun’un, Hz. Musa karşısında, ‘düşünceler geliştirerek’ iktidarını koruma yöntemiyle ilgili, izlerini günümüzde de sürebildiğimiz, bazı bilgiler elde edebiliyoruz. Şöyle ki:
1)-Mısır’ın yerde ve gökte olduklarına inandıkları tanrıları vardı. Firavunlar da bu tanrıların soyundan gelen insan tanrılardı. Putları, mabetleri, rahipleri oluşmuş ve bu oluşum Mısır halkının da ortak dini inancı haline gelmişti. Hz. Musa, tebliğiyle bu oluşmuş kültürel yapıyı hedef aldı. Gözle görülmeyen tek bir ilahtan söz etti. Firavun, Hz. Musa’nın gözle görülmeyen tek ilah tezinin politik ve sosyal sonuçlarını hemen kavramıştı. Hz. Musa, tebliğiyle iktidarının dini temellerini hedef alıyordu. Bu yüzden Hz. Musa’nın gözle görülmeyen tek ilah tezini çürütmek gerekiyordu. Bu amaçla kurguladığı karşı tezle karşısına geçip Hz. Musa’ya şöyle sordu:
“…Âlemlerin Rabbı dediğin de nedir?” (Şu’arâ)
Firavun’un bu soruyla amaçladığı, Hz. Musa’nın dillendirdiği ‘âlemlerin Rabbı’ kavramının kendi ilahları gibi, bir simgeye/cisme dayanmadığından, açıklanamayacağı ve kanıtlanamayacağını düşünmesiydi. Mısır halkının tanrıları yerde ve gökte idi ve somuttu. Hz. Musa’nın dillendirdiği ‘âlemlerin Rabbı’ peki neredeydi? Kendisi, güneş tanrısı RA’yı parmağıyla gösterebiliyordu, fakat Musa’nın parmağını uzatıp gösterebileceği bir ilahı yoktu! Onun ilahı ancak akılla ve vicdanla görülebilirdi. Bu da soyut düşünmenin gelişmesine bağlı gerçekleşebilirdi. Soyutu kavrama yetisi gelişmemiş putçu Mısır toplumu haliyle âlemlerin Rabbini kavramakta zorlanacaktı. Nitekim Hz. Musa’nın Tevrat ayetlerine dayanarak ‘âlemlerin Rabbini’ tanıttığı kavmi bile sonunda ona şöyle diyecekti.
“Ey Musa biz Allah’ı açıkça görmedikçe senin sözünle asla inanmayacağız.” (Bakara 55)
Sonuç: Kendini de ilah gören Firavun, isteseydi (ki, çaresiz kalınca daha sonra bu yola da başvuracaktır!) kaba kuvvet kullanarak, Hz. Musa’ya, Hz. Harun’a ve onlara inanan ben-i İsrail’e zarar vermeye çalışabilirdi. Fakat Hz. Musa’nın yaydığı inancın fikri temelleri ayakta kaldığı müddetçe bu yöntem tam olarak başarılı olamazdı. Fikir, ancak fikirle; inanç ancak karşı inançla alt edilebilirdi. Firavun, ilk dönemde, Hz. Musa’nın tebliğ ettiği vahy-i ilahiyi, kendi inancını, otoritesini ve hükümranlığını hedef alan bir fikir ve iddia olarak görmüş, böylece sorusuyla Hz. Musa’nın tezini (tebliğ) güçsüz gösterecek karşı bir tez geliştirmiştir. Firavun’un bu yöntemi, her tezin ancak antiteziyle karşılanabileceği gerçeğini insanların uzun asırlar önce keşfettiğini bize göstermektedir.
Hz. Musa (as) ile Firavun arasındaki tartışma ve çatışmayı Kuran’dan takip ettiğimizde Firavun’un, Hz. Musa karşısında, ‘düşünceler geliştirerek’ iktidarını koruma yöntemiyle ilgili, izlerini günümüzde de sürebildiğimiz, bazı bilgiler elde edebiliyoruz. Şöyle ki:
1)-Mısır’ın yerde ve gökte olduklarına inandıkları tanrıları vardı. Firavunlar da bu tanrıların soyundan gelen insan tanrılardı. Putları, mabetleri, rahipleri oluşmuş ve bu oluşum Mısır halkının da ortak dini inancı haline gelmişti. Hz. Musa, tebliğiyle bu oluşmuş kültürel yapıyı hedef aldı. Gözle görülmeyen tek bir ilahtan söz etti. Firavun, Hz. Musa’nın gözle görülmeyen tek ilah tezinin politik ve sosyal sonuçlarını hemen kavramıştı. Hz. Musa, tebliğiyle iktidarının dini temellerini hedef alıyordu. Bu yüzden Hz. Musa’nın gözle görülmeyen tek ilah tezini çürütmek gerekiyordu. Bu amaçla kurguladığı karşı tezle karşısına geçip Hz. Musa’ya şöyle sordu:
“…Âlemlerin Rabbı dediğin de nedir?” (Şu’arâ)
Firavun’un bu soruyla amaçladığı, Hz. Musa’nın dillendirdiği ‘âlemlerin Rabbı’ kavramının kendi ilahları gibi, bir simgeye/cisme dayanmadığından, açıklanamayacağı ve kanıtlanamayacağını düşünmesiydi. Mısır halkının tanrıları yerde ve gökte idi ve somuttu. Hz. Musa’nın dillendirdiği ‘âlemlerin Rabbı’ peki neredeydi? Kendisi, güneş tanrısı RA’yı parmağıyla gösterebiliyordu, fakat Musa’nın parmağını uzatıp gösterebileceği bir ilahı yoktu! Onun ilahı ancak akılla ve vicdanla görülebilirdi. Bu da soyut düşünmenin gelişmesine bağlı gerçekleşebilirdi. Soyutu kavrama yetisi gelişmemiş putçu Mısır toplumu haliyle âlemlerin Rabbini kavramakta zorlanacaktı. Nitekim Hz. Musa’nın Tevrat ayetlerine dayanarak ‘âlemlerin Rabbini’ tanıttığı kavmi bile sonunda ona şöyle diyecekti.
“Ey Musa biz Allah’ı açıkça görmedikçe senin sözünle asla inanmayacağız.” (Bakara 55)
Sonuç: Kendini de ilah gören Firavun, isteseydi (ki, çaresiz kalınca daha sonra bu yola da başvuracaktır!) kaba kuvvet kullanarak, Hz. Musa’ya, Hz. Harun’a ve onlara inanan ben-i İsrail’e zarar vermeye çalışabilirdi. Fakat Hz. Musa’nın yaydığı inancın fikri temelleri ayakta kaldığı müddetçe bu yöntem tam olarak başarılı olamazdı. Fikir, ancak fikirle; inanç ancak karşı inançla alt edilebilirdi. Firavun, ilk dönemde, Hz. Musa’nın tebliğ ettiği vahy-i ilahiyi, kendi inancını, otoritesini ve hükümranlığını hedef alan bir fikir ve iddia olarak görmüş, böylece sorusuyla Hz. Musa’nın tezini (tebliğ) güçsüz gösterecek karşı bir tez geliştirmiştir. Firavun’un bu yöntemi, her tezin ancak antiteziyle karşılanabileceği gerçeğini insanların uzun asırlar önce keşfettiğini bize göstermektedir.