Cümle nasıl başlar, bilirsiniz: ‘Gecikmiş adalet …...’
Gerisini aklına getiremeyenler için kılavuz çoktur...
Yargıtay (eski) Başkanı Sayın İsmail Rüştü Cirit de Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı'nın Antalya'da düzenlediği ‘Bilimin Işığında Adalet’ konulu adli tıp kongresinde öylelerine yardımcı olmuştu. Bu, benim çok iyi anımsadığım örneklerden biridir: "Geciken adalet, adalet değildir! Mahkemelerin etkinliği ile verimliliğinin artırılması, özellikle yargılama sürelerinin kısaltılması, yaşamsal bir öneme haizdir…"
(Haber: Anadolu Ajansı - Gündem; 25.10.2018)
Bu mânidâr tespitin -ya da göndermenin- üzerinden üç buçuk yıl geçmiş…
Sayın Cirit, 23 Mart 2020’de yaş haddinden ‘onursallığa’ ayrıldı. Yargıtay’ın yüksek hukuk teamüllerine göre ‘emeklilik veya görev devir-teslimi’ böyle ifade ediliyor. 24 Mart 2020’de Büyük Kurul’ca seçilen bugünkü Yargıtay Başkanı Sayın Mehmet Akarca’nın yargılama sürelerinin adalet algısı üzerindeki kritik etkisi konusunda Sayın Cirit’ten çok farklı düşüneceğini sanmıyoruz. Zira kendileri sosyal-toplumsal sorunlara son derece duyarlı, hassas, vicdanlı ve aydın bir hukuk insanı olarak öne çıkmakta.
★★
Ayarsız dergisi ekibinden köşe komşum, kadim dostum ama galiba en önemlisi ‘yatılı okuldan kardeşim’ sevgili Levent Albayrak 9 Kasım 2021 günü sosyal medya sayfasında takipçilerine adaletten söz eden şu trajik hikâyeyi anlatmıştı. Hoşgörüsüne sığınarak ben de kendi okurlarıma aktarıyorum:
“Bursa’da bir adam, satın aldığı atın hasta olduğunu alım-satımdan hemen sonra fark eder. Doğal olarak da atı, satıcısına geri vermek ister ancak satan adamın atı geri almaya yanaşmaz. Bu yüzden de kadıya gidip işi resmi olarak halletmek ister. Ne var ki kadıyı yerinde bulamaz, maruzatını anlatma işi ertesi güne kalır. Ne var ki hasta at o gece ölür...
Adam, ertesi gün olanları kadıya anlatır, olan olmuştur lakin yine de ne yapılabileceğini sorar. Kadı: ‘Zararını ben ödeyeceğim!’ der. Şaşkınlık içinde kadıya bakan adam ‘Efendim, sizin konuyla bir ilginiz yok, niçin siz ödeyesiniz ki?’ der…
Kadı, şu manidar cevabı verir: ‘Evet, görünürde benim konuyla ilgim yok ama işin aslı öyle değil. Sen dün geldiğinde ben yerimde olsaydım, atı derhal satıcıya geri verdirirdim, sen de paranı geri alırdın. At da senin elinde değil, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Şimdi buna imkân kalmadı. Senin zararına, benim dün makamımda bulunmamam sebep oldu. O yüzden zararını ben ödeyeceğim!” der ve atın parasını davacıya nakten ve derhal öder...
İşte o kadı, sonradan Osmanlının ilk Şeyhülislamı olacak, zamanın din ve fen bilgilerine vâkıf aydın insan Molla Fenârî Şemseddin’dir (1350-1435). Kabri Bursa'dadır. Tarihçi Taşköprizâde, Fenârî’nin vefat ettiğinde ardında 10.000 ciltlik bir devasa kütüphane bıraktığına dair bir rivayet kaydeder.
Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfına tanınan imtiyazlar ilk defa II. Murad tarafından Molla Fenârî ailesine verilmiş, daha sonra bütün ilmiye ailelerine bu imtiyazlar teşmil edilmiştir. Rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu boşuna dememiştir: Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir; temele taş bulmak gecikebilir, hatta devlete baş bulmak dâhi gecikebilir ama adalet gecikmez, tez verilmelidir!”
★★
Şimdi bunlar nereden aklıma geldi, niye yazdım ve size ne?..
İnanın bir açıklaması yok. Düşünüyorum ki adaleti düşünmenin, onu düşlemenin, herkes için adalet dilemenin, adil bir dünyayı özlemenin zaten yeri de zamanı da yoktur.
Bu düş, bu hayal, her an, her yerde...
İnsanın sadece kendi canı yanınca düşlediği, dilediği, dilendiği veya zuhur etmeyişinden yakındığı adalet de zaten makbul bir şey değildir.
Çıkarcılıktır, oportünizmdir, menfaatperestliktir!
Öyleyse, ben de hukukun kullanılabilir tüm açıklarını şeytani bir zekayla kullanan bir müteahhit -üstelik de iki evladının öğretmeni olduğum bir müteahhit- tarafından dolandırılmış, yirmi yıllık emeği iç edilmiş ama yargının ifadesiyle sadece ‘basit alacaklı’ olmuş, sonrasında yıllar süren hukuk mücadelesi maalesef hayal kırıklığıyla sonuçlanmış bir ‘mağdur’ veya sistemin ifadesiyle bir ‘basit alacaklı’ (?) olarak; her biri bir biçimde mağdur edilmiş ve ancak başını gökyüzüne kaldırıp adaleti düşlemiş kimseler adına; Sayın Cirit’in, Rahmetli Gençosmanoğlu’nun ve Sevgili Levent’in o çok güzel ve çok dokunaklı göndermelerinin üzerine, naçizane bir ufak not düşeyim şuraya:
Mağdurum, mağduruz ve sırf herhangi bir akşam, herhangi bir ana haber bültenini dinleyince bile anlıyoruz ki etrafta mağdur çok!
Benim hikâyem ne ki?
Neler var!
Neyse işte; demem o ki ‘Gecikmiş adalet, adalet değilmiş’...
Doğrudur elbet! Bence de öyle...
Buna itiraz eden var mıdır acaba? Öyleyse geçmişten bugüne bütün gecikmiş adalet tecellilerinin vebali kimindir?
‘Sistemin’ deyip geçelim mi?..
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız dergisi 73’üncü sayısında (Mart-2022) yayımlanmış yazısından alıntılanmıştır.
Gerisini aklına getiremeyenler için kılavuz çoktur...
Yargıtay (eski) Başkanı Sayın İsmail Rüştü Cirit de Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı'nın Antalya'da düzenlediği ‘Bilimin Işığında Adalet’ konulu adli tıp kongresinde öylelerine yardımcı olmuştu. Bu, benim çok iyi anımsadığım örneklerden biridir: "Geciken adalet, adalet değildir! Mahkemelerin etkinliği ile verimliliğinin artırılması, özellikle yargılama sürelerinin kısaltılması, yaşamsal bir öneme haizdir…"
(Haber: Anadolu Ajansı - Gündem; 25.10.2018)
Bu mânidâr tespitin -ya da göndermenin- üzerinden üç buçuk yıl geçmiş…
Sayın Cirit, 23 Mart 2020’de yaş haddinden ‘onursallığa’ ayrıldı. Yargıtay’ın yüksek hukuk teamüllerine göre ‘emeklilik veya görev devir-teslimi’ böyle ifade ediliyor. 24 Mart 2020’de Büyük Kurul’ca seçilen bugünkü Yargıtay Başkanı Sayın Mehmet Akarca’nın yargılama sürelerinin adalet algısı üzerindeki kritik etkisi konusunda Sayın Cirit’ten çok farklı düşüneceğini sanmıyoruz. Zira kendileri sosyal-toplumsal sorunlara son derece duyarlı, hassas, vicdanlı ve aydın bir hukuk insanı olarak öne çıkmakta.
★★
Ayarsız dergisi ekibinden köşe komşum, kadim dostum ama galiba en önemlisi ‘yatılı okuldan kardeşim’ sevgili Levent Albayrak 9 Kasım 2021 günü sosyal medya sayfasında takipçilerine adaletten söz eden şu trajik hikâyeyi anlatmıştı. Hoşgörüsüne sığınarak ben de kendi okurlarıma aktarıyorum:
“Bursa’da bir adam, satın aldığı atın hasta olduğunu alım-satımdan hemen sonra fark eder. Doğal olarak da atı, satıcısına geri vermek ister ancak satan adamın atı geri almaya yanaşmaz. Bu yüzden de kadıya gidip işi resmi olarak halletmek ister. Ne var ki kadıyı yerinde bulamaz, maruzatını anlatma işi ertesi güne kalır. Ne var ki hasta at o gece ölür...
Adam, ertesi gün olanları kadıya anlatır, olan olmuştur lakin yine de ne yapılabileceğini sorar. Kadı: ‘Zararını ben ödeyeceğim!’ der. Şaşkınlık içinde kadıya bakan adam ‘Efendim, sizin konuyla bir ilginiz yok, niçin siz ödeyesiniz ki?’ der…
Kadı, şu manidar cevabı verir: ‘Evet, görünürde benim konuyla ilgim yok ama işin aslı öyle değil. Sen dün geldiğinde ben yerimde olsaydım, atı derhal satıcıya geri verdirirdim, sen de paranı geri alırdın. At da senin elinde değil, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Şimdi buna imkân kalmadı. Senin zararına, benim dün makamımda bulunmamam sebep oldu. O yüzden zararını ben ödeyeceğim!” der ve atın parasını davacıya nakten ve derhal öder...
İşte o kadı, sonradan Osmanlının ilk Şeyhülislamı olacak, zamanın din ve fen bilgilerine vâkıf aydın insan Molla Fenârî Şemseddin’dir (1350-1435). Kabri Bursa'dadır. Tarihçi Taşköprizâde, Fenârî’nin vefat ettiğinde ardında 10.000 ciltlik bir devasa kütüphane bıraktığına dair bir rivayet kaydeder.
Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfına tanınan imtiyazlar ilk defa II. Murad tarafından Molla Fenârî ailesine verilmiş, daha sonra bütün ilmiye ailelerine bu imtiyazlar teşmil edilmiştir. Rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu boşuna dememiştir: Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir; temele taş bulmak gecikebilir, hatta devlete baş bulmak dâhi gecikebilir ama adalet gecikmez, tez verilmelidir!”
★★
Şimdi bunlar nereden aklıma geldi, niye yazdım ve size ne?..
İnanın bir açıklaması yok. Düşünüyorum ki adaleti düşünmenin, onu düşlemenin, herkes için adalet dilemenin, adil bir dünyayı özlemenin zaten yeri de zamanı da yoktur.
Bu düş, bu hayal, her an, her yerde...
İnsanın sadece kendi canı yanınca düşlediği, dilediği, dilendiği veya zuhur etmeyişinden yakındığı adalet de zaten makbul bir şey değildir.
Çıkarcılıktır, oportünizmdir, menfaatperestliktir!
Öyleyse, ben de hukukun kullanılabilir tüm açıklarını şeytani bir zekayla kullanan bir müteahhit -üstelik de iki evladının öğretmeni olduğum bir müteahhit- tarafından dolandırılmış, yirmi yıllık emeği iç edilmiş ama yargının ifadesiyle sadece ‘basit alacaklı’ olmuş, sonrasında yıllar süren hukuk mücadelesi maalesef hayal kırıklığıyla sonuçlanmış bir ‘mağdur’ veya sistemin ifadesiyle bir ‘basit alacaklı’ (?) olarak; her biri bir biçimde mağdur edilmiş ve ancak başını gökyüzüne kaldırıp adaleti düşlemiş kimseler adına; Sayın Cirit’in, Rahmetli Gençosmanoğlu’nun ve Sevgili Levent’in o çok güzel ve çok dokunaklı göndermelerinin üzerine, naçizane bir ufak not düşeyim şuraya:
Mağdurum, mağduruz ve sırf herhangi bir akşam, herhangi bir ana haber bültenini dinleyince bile anlıyoruz ki etrafta mağdur çok!
Benim hikâyem ne ki?
Neler var!
Neyse işte; demem o ki ‘Gecikmiş adalet, adalet değilmiş’...
Doğrudur elbet! Bence de öyle...
Buna itiraz eden var mıdır acaba? Öyleyse geçmişten bugüne bütün gecikmiş adalet tecellilerinin vebali kimindir?
‘Sistemin’ deyip geçelim mi?..
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız dergisi 73’üncü sayısında (Mart-2022) yayımlanmış yazısından alıntılanmıştır.