Geçen hafta yayımlanan ‘Ne olur çocukları daha çok sevin’ başlıklı yazımdan sonra yüreğimi sızlatan bir ileti aldım.
Gazetenin internet sayfasından yazımı okuyan bir baba, ‘Benim için çocuğumu şimdikinden daha çok sevmenin sınır çizgisi, ona şimdikinden daha iyi bir eğitim sağlayabilmek’ demiş ve sormuş ‘Ama nasıl?’
Mesajın devamında sevgili okurumun yaşadığı feci geçim sıkıntısına değindiğini söylememe gerek var mı?
Memleketin belki de en genel, en temel meselesi bu…
Yine de benim yüreğimi sızlatan asıl sorun, bir babanın betimlediği yoksul hayat örneği değil. Yüreğimi asıl sızlatan, beni bu denli etkileyen şey, o babanın daha konforlu bir ev, daha yeni bir otomobil veya daha zengin bir hayat düşlediği için değil, çocuğuna daha iyi eğitim sağlayabileceğini umarak ekonomik refaha kavuşmayı düşlüyor olmasıydı.
‘Daha çok kitap almak isterdim çocuğuma. Bu onu daha çok sevdiğimin bir göstergesi olurdu belki…’ deyişi…
Dokunaklı olan işte bu!
O ileti, belki de bildiğimiz romantik manasıyla ‘mektup’ demeliyim, çok çarpıcıydı, bende oluşturduğu etkiyi tarif edemem; ama şu kadarını söyleyebilirim ki o mektubu ikinci, üçüncü, dördüncü defa okuduktan sonra, uzun zaman önce okuduğum bir başka hikâyeyi anımsadım. Geçen hafta paylaştığım Baltimore’un efsane öğretmeninin muhteşem kısa hikâyesine ulanan yeni ve yine muhteşem bir kısa hikâye:
‘Japonya’da MS dördüncü yüzyılın sonlarına doğru tahta oturan İmparator Nintoku, yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.
Evlerden gökyüzüne doğru yükselen bir tek duman bile göremeyince, halkının yoksul düştüğüne ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç dahi pişiremediğini anlar.
Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca sadece kendileri için çalışmasını emreder. Sarayda çalışanları da evlerine gönderir…
Sadece kendileri için çalışan halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur.
İmparator bir kez daha aynı kuleye çıkar, ülkenin her yerinde ocakların yandığını bacalardan gökyüzüne yükselen dumanlardan anlar. Yanındaki eşine sevinç içinde ‘Artık zenginiz!’ der.
İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen, çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek ‘Sen bu halimize zenginlik mi diyorsun?’ der. Nintoku’nun yanıtı, yüzyıllardır Japonların aklından çıkmaz:
‘Halkın fakirliği, bizim fakirliğimizdir, zenginliği de bizim zenginliğimiz…’
***
Artık 17 yüzyıl öncesinin imparatorlukları da imparatorları da yok. Kitaplar, yetki ve egemenliğin artık halklara ait olduğunu yazıyor. Devletler ise bu bağlamda kâr-zarar dengesini çok iyi tutturması beklenen küresel şirketlere benziyorlar. İrili ufaklı, mütevazı veya devasa organizasyonlar gibi. Hâl böyleyken her şeyi devletten beklemek de belki saçma; devletin başka işi mi yok!
Ama yine de yaşadığımız bu çağda da birilerinin, tıpkı Nintoku gibi, bir kuleye çıkıp şehrini, ülkesini, dünyayı seyretmesi gerekiyor.
***
Bir şeyi yineleyeceğim; daldığımı, tekrara düştüğümü düşünmeyin lütfen. Bu metni de geçen haftaki yazımın çekirdeğine oturttuğum dilekle bitireceğim. Hatta gerekirse aynı şeyi sonraki yazılarımda da yine, yeniden ve yeniden yazacağım:
Çok sevin çocukları, çok…
Daha çok sevin…
Ve hayatınızın hiçbir gününde ‘onları yeterince, hak ettikleri ölçüde seviyorum’ yanılgısına kapılmayın; zira çocuklarımızı daha çok sevmemiz, onları daha fazla önemsememiz her zaman mümkün.
Onlar her zaman, imkânların el verdiğinden daha fazlasını hak ediyorlar…
Onlar için bugün var olan ve yine onlar için yarın var edilebilecek imkânları bir kıyaslayın, daha derin, daha yaratıcı düşünün isterseniz!
İşte o zaman…
Kim bilir belki siz de var edeceğiniz bir yeni imkânlar dünyasında ‘çocuğunuza daha çok kitap almak istersiniz ve bu, onu dünkünden daha çok sevdiğimin bir göstergesi olur’.
Gerçek zenginleşme işte bu olur!
Uygarlaşma, bununla başlar!
Gazetenin internet sayfasından yazımı okuyan bir baba, ‘Benim için çocuğumu şimdikinden daha çok sevmenin sınır çizgisi, ona şimdikinden daha iyi bir eğitim sağlayabilmek’ demiş ve sormuş ‘Ama nasıl?’
Mesajın devamında sevgili okurumun yaşadığı feci geçim sıkıntısına değindiğini söylememe gerek var mı?
Memleketin belki de en genel, en temel meselesi bu…
Yine de benim yüreğimi sızlatan asıl sorun, bir babanın betimlediği yoksul hayat örneği değil. Yüreğimi asıl sızlatan, beni bu denli etkileyen şey, o babanın daha konforlu bir ev, daha yeni bir otomobil veya daha zengin bir hayat düşlediği için değil, çocuğuna daha iyi eğitim sağlayabileceğini umarak ekonomik refaha kavuşmayı düşlüyor olmasıydı.
‘Daha çok kitap almak isterdim çocuğuma. Bu onu daha çok sevdiğimin bir göstergesi olurdu belki…’ deyişi…
Dokunaklı olan işte bu!
O ileti, belki de bildiğimiz romantik manasıyla ‘mektup’ demeliyim, çok çarpıcıydı, bende oluşturduğu etkiyi tarif edemem; ama şu kadarını söyleyebilirim ki o mektubu ikinci, üçüncü, dördüncü defa okuduktan sonra, uzun zaman önce okuduğum bir başka hikâyeyi anımsadım. Geçen hafta paylaştığım Baltimore’un efsane öğretmeninin muhteşem kısa hikâyesine ulanan yeni ve yine muhteşem bir kısa hikâye:
‘Japonya’da MS dördüncü yüzyılın sonlarına doğru tahta oturan İmparator Nintoku, yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.
Evlerden gökyüzüne doğru yükselen bir tek duman bile göremeyince, halkının yoksul düştüğüne ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç dahi pişiremediğini anlar.
Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca sadece kendileri için çalışmasını emreder. Sarayda çalışanları da evlerine gönderir…
Sadece kendileri için çalışan halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur.
İmparator bir kez daha aynı kuleye çıkar, ülkenin her yerinde ocakların yandığını bacalardan gökyüzüne yükselen dumanlardan anlar. Yanındaki eşine sevinç içinde ‘Artık zenginiz!’ der.
İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen, çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek ‘Sen bu halimize zenginlik mi diyorsun?’ der. Nintoku’nun yanıtı, yüzyıllardır Japonların aklından çıkmaz:
‘Halkın fakirliği, bizim fakirliğimizdir, zenginliği de bizim zenginliğimiz…’
***
Artık 17 yüzyıl öncesinin imparatorlukları da imparatorları da yok. Kitaplar, yetki ve egemenliğin artık halklara ait olduğunu yazıyor. Devletler ise bu bağlamda kâr-zarar dengesini çok iyi tutturması beklenen küresel şirketlere benziyorlar. İrili ufaklı, mütevazı veya devasa organizasyonlar gibi. Hâl böyleyken her şeyi devletten beklemek de belki saçma; devletin başka işi mi yok!
Ama yine de yaşadığımız bu çağda da birilerinin, tıpkı Nintoku gibi, bir kuleye çıkıp şehrini, ülkesini, dünyayı seyretmesi gerekiyor.
***
Bir şeyi yineleyeceğim; daldığımı, tekrara düştüğümü düşünmeyin lütfen. Bu metni de geçen haftaki yazımın çekirdeğine oturttuğum dilekle bitireceğim. Hatta gerekirse aynı şeyi sonraki yazılarımda da yine, yeniden ve yeniden yazacağım:
Çok sevin çocukları, çok…
Daha çok sevin…
Ve hayatınızın hiçbir gününde ‘onları yeterince, hak ettikleri ölçüde seviyorum’ yanılgısına kapılmayın; zira çocuklarımızı daha çok sevmemiz, onları daha fazla önemsememiz her zaman mümkün.
Onlar her zaman, imkânların el verdiğinden daha fazlasını hak ediyorlar…
Onlar için bugün var olan ve yine onlar için yarın var edilebilecek imkânları bir kıyaslayın, daha derin, daha yaratıcı düşünün isterseniz!
İşte o zaman…
Kim bilir belki siz de var edeceğiniz bir yeni imkânlar dünyasında ‘çocuğunuza daha çok kitap almak istersiniz ve bu, onu dünkünden daha çok sevdiğimin bir göstergesi olur’.
Gerçek zenginleşme işte bu olur!
Uygarlaşma, bununla başlar!