Şu salgın…
En çok kimi etkiledi?
Herkesi, hepimizi… Ama hiç kuşkusuz en çok yaş almış büyüklerimizi incitti, üzdü, ev içi yalnızlığa mahkûm etti; özetle ‘onları derinden etkiledi’…
İşte tam da bu gerçeğin gölgesinde yazıyorum:
Ömrünün kalanını huzurevinde geçirecek yaşlı kadın “Görün beni...” diye başlıyordu mektubuna…
Ve devam ediyordu:
“Ne görüyorsunuz hemşireler, bana bakınca ne görüyorsunuz?..
Bana baktığınızda, kendi temizliğinin bile üstesinden gelemeyen pasaklı bir yaşlı kadın; yarım akıllı, hayattan ümidini kesmiş, gözleri toprağa bakan, lokmalarını çiğneyip duran ve aklını toplayıp sorularınıza hızlı cevap veremeyen, yüksek sesle ‘Biraz gayret et’ dediğinizde sanki sizi umursamayan bir kadın mı görüyorsunuz?
Sizin yaptıklarınızdan memnun kalmayan, yıllardır eskimiş bir ayakkabıyı giyen, yaşama isteği olmayan, her istediğinizi yapan, uzun iş gününü doldurmak için banyo yaptırıp yemek yedirdiğiniz yaşlı bir kadın mı görüyorsunuz bana bakınca?
Ne görüyorsunuz? Açın gözlerinizi hemşireler…
Açın ne olur!
Herhangi bir nesneye değil, bana bakıyorsunuz…
Hala burada otururken size kim olduğumu anlatayım:
Bana sıradanmışım gibi bakarken hikâyemi dinleyince belki şaşırırsınız.
10 çocuklu bir ailenin en küçüğüydüm ben…
Birbirlerini seven ağabeylerim, kız kardeşlerim vardı. On altı yaşındaydım ve bir kuş kadar özgürdüm.
Ve bir süre sonra hayalimdeki erkekle tanışacağımı hayal ederdim. 20 yaşında gelin olacaktım. Evlilik yeminime ölene dek sadık kalacaktım…
25 yaşına geldiğimde mutlu ve huzurlu bir ailenin özlemini çeken bir çocuğum vardı. 30 yaşına geldiğimde çocuğumun göz açıp kapayıncaya kadar büyüdüğünü fark ettim. Birbirimize çok bağlıydık. Ben 40 yaşımdayken oğullarım yuvadan uçtular. Kocam oğullarımın gidişine yas tutmadığımı gördü. Anlam verememişti belki; ama işte o duygunun adı gururdu…
50 yaşında geldiğimde bacaklarımın yanında gezinen torunlarım oldu.
Hep beraberdik; torunlarım, oğullarım ve eşim…
Sonra kader ağlarını ördü. Kocam öldü…
İleriye baktığımda içime kurt düştü. Çocuklarım, elbette kendi çocuklarıyla ilgilenecekti. Geçmişi düşünüp bir zamanlar sahip olduğum o sıcak sevgiyi özlediğimi fark ettim.
Artık yaşlı bir kadındım ve hayatın gerçekleriyle bir bir yüzleşiyordum. Suratı ve elleri yıpranmış, yapayalnız yaşlı bir kadındım…
Öyleyim işte!
Gençliğimden eser kalmadı. Ellerim, suratım ve vücudum yaşlandı, kırıştı. Şimdi burada bir mezar taşı var. İçinde ise hala genç bir kız.
Temiz kalbim hala sevgi dağıtmaya devam ediyor.
Mutluluklarımı ve hüzünlerimi hatırlıyorum…
Hayatı yeni baştan yaşıyorum…
Rüzgâr gibi geçen onlarca yılı gözümün önüne getiriyorum. Fani dünyanın acımasızlığından dem vuruyorum, nâfile...
Açın gözlerinizi hemşireler, açın ne olur!
Görün beni!
Sadece yaşlı bir kadını değil baktığınız bu şey!
Daha yakından bakın hemşireler!
Görün beni…”
***
Yıllar önce, 15 Eylül 2016’da Antalyalı velim, örnek aldığım çok değerli dostum Ayşe Ulusoy Çakır, bu metni sosyal medyada takipçileriyle paylaşmıştı…
Harika insan…
Harika anne…
İki hafta önce başka bir dostumun telefonda ‘Moralim çok bozuk Savaş, dün anneannemi huzurevine yatırdık…’ demesi üzerine de arşivden bulup çıkardım bu yazıyı. Yaşadığı moral bozukluğunu daha da altından kalkılamaz hale getirmek istemem ama belki o dostum da okur diye bugün, bu gazete köşesine tutuşturdum.
Artık bir işe yaramayacağını bile bile…
***
Sonuç:
Mekanik anlamda konforun arttığı ama huzurun azaldığı…
Evlerin çoğalıp -hatta akıllanıp- daha lüks hale geldiği ama huzurevlerinin ‘evlere’ oranla çok daha fazla çoğaldığı…
Ve o huzurevlerini yoksul ailelerin büyüklerinin değil de genelde daha yüksek eğitimli ve daha zengin ailelerin yaşlılarının doldurduğu bir zamanı yaşıyoruz.
Yaş almak, yaşlanmak normal, kaçınılmaz, mukadder…
Ama yaşlılara yaklaşımımızdaki bu değişim durumu tuhaf.
Ve ne kadar yazık!
Yazık; çünkü böylelikle kendi kaderimizi de biçimlendirmiş oluyoruz.
En çok kimi etkiledi?
Herkesi, hepimizi… Ama hiç kuşkusuz en çok yaş almış büyüklerimizi incitti, üzdü, ev içi yalnızlığa mahkûm etti; özetle ‘onları derinden etkiledi’…
İşte tam da bu gerçeğin gölgesinde yazıyorum:
Ömrünün kalanını huzurevinde geçirecek yaşlı kadın “Görün beni...” diye başlıyordu mektubuna…
Ve devam ediyordu:
“Ne görüyorsunuz hemşireler, bana bakınca ne görüyorsunuz?..
Bana baktığınızda, kendi temizliğinin bile üstesinden gelemeyen pasaklı bir yaşlı kadın; yarım akıllı, hayattan ümidini kesmiş, gözleri toprağa bakan, lokmalarını çiğneyip duran ve aklını toplayıp sorularınıza hızlı cevap veremeyen, yüksek sesle ‘Biraz gayret et’ dediğinizde sanki sizi umursamayan bir kadın mı görüyorsunuz?
Sizin yaptıklarınızdan memnun kalmayan, yıllardır eskimiş bir ayakkabıyı giyen, yaşama isteği olmayan, her istediğinizi yapan, uzun iş gününü doldurmak için banyo yaptırıp yemek yedirdiğiniz yaşlı bir kadın mı görüyorsunuz bana bakınca?
Ne görüyorsunuz? Açın gözlerinizi hemşireler…
Açın ne olur!
Herhangi bir nesneye değil, bana bakıyorsunuz…
Hala burada otururken size kim olduğumu anlatayım:
Bana sıradanmışım gibi bakarken hikâyemi dinleyince belki şaşırırsınız.
10 çocuklu bir ailenin en küçüğüydüm ben…
Birbirlerini seven ağabeylerim, kız kardeşlerim vardı. On altı yaşındaydım ve bir kuş kadar özgürdüm.
Ve bir süre sonra hayalimdeki erkekle tanışacağımı hayal ederdim. 20 yaşında gelin olacaktım. Evlilik yeminime ölene dek sadık kalacaktım…
25 yaşına geldiğimde mutlu ve huzurlu bir ailenin özlemini çeken bir çocuğum vardı. 30 yaşına geldiğimde çocuğumun göz açıp kapayıncaya kadar büyüdüğünü fark ettim. Birbirimize çok bağlıydık. Ben 40 yaşımdayken oğullarım yuvadan uçtular. Kocam oğullarımın gidişine yas tutmadığımı gördü. Anlam verememişti belki; ama işte o duygunun adı gururdu…
50 yaşında geldiğimde bacaklarımın yanında gezinen torunlarım oldu.
Hep beraberdik; torunlarım, oğullarım ve eşim…
Sonra kader ağlarını ördü. Kocam öldü…
İleriye baktığımda içime kurt düştü. Çocuklarım, elbette kendi çocuklarıyla ilgilenecekti. Geçmişi düşünüp bir zamanlar sahip olduğum o sıcak sevgiyi özlediğimi fark ettim.
Artık yaşlı bir kadındım ve hayatın gerçekleriyle bir bir yüzleşiyordum. Suratı ve elleri yıpranmış, yapayalnız yaşlı bir kadındım…
Öyleyim işte!
Gençliğimden eser kalmadı. Ellerim, suratım ve vücudum yaşlandı, kırıştı. Şimdi burada bir mezar taşı var. İçinde ise hala genç bir kız.
Temiz kalbim hala sevgi dağıtmaya devam ediyor.
Mutluluklarımı ve hüzünlerimi hatırlıyorum…
Hayatı yeni baştan yaşıyorum…
Rüzgâr gibi geçen onlarca yılı gözümün önüne getiriyorum. Fani dünyanın acımasızlığından dem vuruyorum, nâfile...
Açın gözlerinizi hemşireler, açın ne olur!
Görün beni!
Sadece yaşlı bir kadını değil baktığınız bu şey!
Daha yakından bakın hemşireler!
Görün beni…”
***
Yıllar önce, 15 Eylül 2016’da Antalyalı velim, örnek aldığım çok değerli dostum Ayşe Ulusoy Çakır, bu metni sosyal medyada takipçileriyle paylaşmıştı…
Harika insan…
Harika anne…
İki hafta önce başka bir dostumun telefonda ‘Moralim çok bozuk Savaş, dün anneannemi huzurevine yatırdık…’ demesi üzerine de arşivden bulup çıkardım bu yazıyı. Yaşadığı moral bozukluğunu daha da altından kalkılamaz hale getirmek istemem ama belki o dostum da okur diye bugün, bu gazete köşesine tutuşturdum.
Artık bir işe yaramayacağını bile bile…
***
Sonuç:
Mekanik anlamda konforun arttığı ama huzurun azaldığı…
Evlerin çoğalıp -hatta akıllanıp- daha lüks hale geldiği ama huzurevlerinin ‘evlere’ oranla çok daha fazla çoğaldığı…
Ve o huzurevlerini yoksul ailelerin büyüklerinin değil de genelde daha yüksek eğitimli ve daha zengin ailelerin yaşlılarının doldurduğu bir zamanı yaşıyoruz.
Yaş almak, yaşlanmak normal, kaçınılmaz, mukadder…
Ama yaşlılara yaklaşımımızdaki bu değişim durumu tuhaf.
Ve ne kadar yazık!
Yazık; çünkü böylelikle kendi kaderimizi de biçimlendirmiş oluyoruz.