Belediye başkanından muhtara, ihtiyar heyeti azasından belediye meclisi üyesine; kendi rızasıyla ve bin bir zahmetle bir yerin yönetimine önder veya ortak olma onuruna kavuşmuş bütün ‘seçilmişler’…
İşte tam da sizin için, tam da koltuğunuz henüz ısınmadan bir anımsatma…
Zenginliği ele alış, tarif ediş ya da takdim ediş açısından harikulade değerli bir referanstır İmparator Nintoku’nun ‘manevi mirası’…
Ama İmparator’u anımsamamıza neden olan üstün niteliğe geçmeden önce bir flahback:
Yıllar evvel Pusula’da yayımlanmış ’Ne olur çocukları daha çok sevin’ başlıklı yazımdan hemen sonra yüreğimi sızlatan bir ileti almıştım. Hiç unutamam. O yazımı okuyan bir baba, ‘Benim için çocuğumu şimdikinden daha çok sevmenin sınır çizgisi, ona şimdikinden daha iyi bir eğitim sağlayabilmek’ demiş ve bana sormuştu: ‘Ama nasıl olacak? Nasıl başarırım bunu?..’
Hiç bitmeyen şu ekonomik darboğaz dönemlerinden birini yaşıyorduk yine ve bu acil yanıt gerektiren sorunun ardından okurumun hangi sosyal soruna parmak basacağını tahmin etmek zor değildi:
Hayat pahalılığı ve yoksullaşma…
Üstünden yıllar geçti ama memleketin en genel, en temel sorunu bugün de ne yazık ki aynı…
Ve fakat biliyor musunuz (benimki de laf yani, nerden bileceksiniz) o gün benim yüreğimi sızlatan ‘esas sorun’, bir babanın betimlediği o çok hazin yoksulluk örneği değil. Yüreğimi asıl sızlatan, beni o denli etkileyen şey, ‘o babanın daha konforlu bir ev, daha yeni bir otomobil veya daha zengin bir hayat düşlediği için değil de sırf çocuğuna daha iyi eğitim olanağı sağlayabileceğini umarak ekonomik refaha kavuşmayı düşlüyor olmasıydı’.
‘Daha çok kitap almak isterdim çocuğuma. Bu onu daha çok sevdiğimin bir göstergesi olurdu belki…’ deyişi…
Esas dokunaklı olan, işte bu hayaldi.
Olması gereken; ama var olduğu için de insanı üzen bir durum.
***
‘Japonya’da milattan sonra dördüncü yüzyılın sonlarına doğru tahta oturan İmparator Nintoku, saltanatının henüz ilk günlerinde yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.
Evlerden gökyüzüne doğru yükselen bir tek duman bile göremeyince, halkının yoksul düştüğünü ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç dahi pişiremediğini anlar.
Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca vergi vermeksizin sadece hanesi için çalışabileceğini ilan eder. Sarayda çalışanları da evlerine gönderir. Dolayısıyla saray ahalisi de üç yıl kendi kazancını elde etmek, yiyecek temini için çalışmak zorunda olacaktır…
Sadece kendileri için çalışan halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur. İmparator bir kez daha aynı kuleye çıkar, ülkenin her yerinde ocakların yandığını, bacalardan gökyüzüne yükselen dumanlardan anlar. Yanındaki eşine sevinç içinde ‘Artık zenginiz!’ der.
İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen, çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek ‘Sen bu halimize zenginlik mi diyorsun?’ der. Nintoku’nun yanıtı, Japonların aklından yüzyıllarca çıkmaz:
‘Halkın fakirliği, bizim fakirliğimizdir; zenginliği de bizim zenginliğimiz…’
***
Evet, 17 yüzyıl öncesinin imparatorlukları da imparatorları da yok artık. Kitaplar, yetki ve egemenliğin artık hanedanlara değil, halklara ait olduğunu yazıyor. Devletler ise çoğu kapitalist kaynakta artık kâr-zarar dengesini çok iyi tutturması beklenen küresel şirketlere benzetiliyorlar. İrili ufaklı, mütevazı veya devasa organizasyonlar gibi anlatılıyorlar (?!) …
Hâl böyleyken ‘devletçilikten’ söz etmek de her şeyi devletten beklemek de belki anlamsızlaşmıştır…
Halbuki yaşadığımız bu çağda da ülkeleri yöneten bütün liderlerin, tıpkı Nintoku gibi, yüksek bir kuleye çıkıp şehrini, ülkesini, dünyayı arada bir ‘devletçi gözle’ seyretmesi gerekiyor.
Başta dediğim gibi; belediye başkanından muhtara, ihtiyar heyeti azasından belediye meclisi üyesine; kendi rızasıyla bir yerin yönetimine önder ya da ortak olmuş bütün ‘seçilmişlerin’ bunu mutlaka yapması gerekiyor!
Çünkü karşılarındaki şey gerçekte bir şirket değil, bir holding değil, bir KİT değil; bizatihi millet ve devlet...
Ömrüyle, kimyasıyla ve ruhuyla bambaşka bir şey yani…
***
Bir fikri, bir hayali yineleyeceğim; daldığımı veya tekrara düştüğümü düşünmeyiniz lütfen. Bu metni de yine ilk paragrafta vurguladığım ‘Ne olur çocukları daha çok sevin’ başlıklı yazımın çekirdeğine oturttuğum dilekle bitireceğim:
Çok sevin çocukları, çok…
Daha çok sevin!
Ve hayatınızın hiçbir gününde ‘Zaten onları yeterince, hak ettikleri ölçüde seviyorum’ yanılgısına kapılmayın; zira her zaman çocuklarımızı bir gün öncekinden daha farklı ve daha çok sevmemiz, onları daha fazla önemsememiz, onlarla ilgili hesaplamalarımızda ortaya dünden daha iyi sonuçlar koyabilmemiz mümkündür.
Kim bilir belki siz de gelecekte var edeceğiniz ‘yeni imkânlar dünyasında’ çocuğunuza daha çok kitap almak istersiniz ve bu, onu dünkünden daha çok sevdiğinizin bir göstergesi olur.
Gerçek zenginleşme işte bu olur!
Elbette bizi kuşattığını düşündüğümüz şu berbat yozlaşma, terör ve istismar çağında ‘çocuklarımızın güvenliğini’ de ancak bu kritik eşiği aşmak koşuluyla sağlayabiliriz!
İşte tam da sizin için, tam da koltuğunuz henüz ısınmadan bir anımsatma…
Zenginliği ele alış, tarif ediş ya da takdim ediş açısından harikulade değerli bir referanstır İmparator Nintoku’nun ‘manevi mirası’…
Ama İmparator’u anımsamamıza neden olan üstün niteliğe geçmeden önce bir flahback:
Yıllar evvel Pusula’da yayımlanmış ’Ne olur çocukları daha çok sevin’ başlıklı yazımdan hemen sonra yüreğimi sızlatan bir ileti almıştım. Hiç unutamam. O yazımı okuyan bir baba, ‘Benim için çocuğumu şimdikinden daha çok sevmenin sınır çizgisi, ona şimdikinden daha iyi bir eğitim sağlayabilmek’ demiş ve bana sormuştu: ‘Ama nasıl olacak? Nasıl başarırım bunu?..’
Hiç bitmeyen şu ekonomik darboğaz dönemlerinden birini yaşıyorduk yine ve bu acil yanıt gerektiren sorunun ardından okurumun hangi sosyal soruna parmak basacağını tahmin etmek zor değildi:
Hayat pahalılığı ve yoksullaşma…
Üstünden yıllar geçti ama memleketin en genel, en temel sorunu bugün de ne yazık ki aynı…
Ve fakat biliyor musunuz (benimki de laf yani, nerden bileceksiniz) o gün benim yüreğimi sızlatan ‘esas sorun’, bir babanın betimlediği o çok hazin yoksulluk örneği değil. Yüreğimi asıl sızlatan, beni o denli etkileyen şey, ‘o babanın daha konforlu bir ev, daha yeni bir otomobil veya daha zengin bir hayat düşlediği için değil de sırf çocuğuna daha iyi eğitim olanağı sağlayabileceğini umarak ekonomik refaha kavuşmayı düşlüyor olmasıydı’.
‘Daha çok kitap almak isterdim çocuğuma. Bu onu daha çok sevdiğimin bir göstergesi olurdu belki…’ deyişi…
Esas dokunaklı olan, işte bu hayaldi.
Olması gereken; ama var olduğu için de insanı üzen bir durum.
***
‘Japonya’da milattan sonra dördüncü yüzyılın sonlarına doğru tahta oturan İmparator Nintoku, saltanatının henüz ilk günlerinde yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.
Evlerden gökyüzüne doğru yükselen bir tek duman bile göremeyince, halkının yoksul düştüğünü ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç dahi pişiremediğini anlar.
Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca vergi vermeksizin sadece hanesi için çalışabileceğini ilan eder. Sarayda çalışanları da evlerine gönderir. Dolayısıyla saray ahalisi de üç yıl kendi kazancını elde etmek, yiyecek temini için çalışmak zorunda olacaktır…
Sadece kendileri için çalışan halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur. İmparator bir kez daha aynı kuleye çıkar, ülkenin her yerinde ocakların yandığını, bacalardan gökyüzüne yükselen dumanlardan anlar. Yanındaki eşine sevinç içinde ‘Artık zenginiz!’ der.
İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen, çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek ‘Sen bu halimize zenginlik mi diyorsun?’ der. Nintoku’nun yanıtı, Japonların aklından yüzyıllarca çıkmaz:
‘Halkın fakirliği, bizim fakirliğimizdir; zenginliği de bizim zenginliğimiz…’
***
Evet, 17 yüzyıl öncesinin imparatorlukları da imparatorları da yok artık. Kitaplar, yetki ve egemenliğin artık hanedanlara değil, halklara ait olduğunu yazıyor. Devletler ise çoğu kapitalist kaynakta artık kâr-zarar dengesini çok iyi tutturması beklenen küresel şirketlere benzetiliyorlar. İrili ufaklı, mütevazı veya devasa organizasyonlar gibi anlatılıyorlar (?!) …
Hâl böyleyken ‘devletçilikten’ söz etmek de her şeyi devletten beklemek de belki anlamsızlaşmıştır…
Halbuki yaşadığımız bu çağda da ülkeleri yöneten bütün liderlerin, tıpkı Nintoku gibi, yüksek bir kuleye çıkıp şehrini, ülkesini, dünyayı arada bir ‘devletçi gözle’ seyretmesi gerekiyor.
Başta dediğim gibi; belediye başkanından muhtara, ihtiyar heyeti azasından belediye meclisi üyesine; kendi rızasıyla bir yerin yönetimine önder ya da ortak olmuş bütün ‘seçilmişlerin’ bunu mutlaka yapması gerekiyor!
Çünkü karşılarındaki şey gerçekte bir şirket değil, bir holding değil, bir KİT değil; bizatihi millet ve devlet...
Ömrüyle, kimyasıyla ve ruhuyla bambaşka bir şey yani…
***
Bir fikri, bir hayali yineleyeceğim; daldığımı veya tekrara düştüğümü düşünmeyiniz lütfen. Bu metni de yine ilk paragrafta vurguladığım ‘Ne olur çocukları daha çok sevin’ başlıklı yazımın çekirdeğine oturttuğum dilekle bitireceğim:
Çok sevin çocukları, çok…
Daha çok sevin!
Ve hayatınızın hiçbir gününde ‘Zaten onları yeterince, hak ettikleri ölçüde seviyorum’ yanılgısına kapılmayın; zira her zaman çocuklarımızı bir gün öncekinden daha farklı ve daha çok sevmemiz, onları daha fazla önemsememiz, onlarla ilgili hesaplamalarımızda ortaya dünden daha iyi sonuçlar koyabilmemiz mümkündür.
Kim bilir belki siz de gelecekte var edeceğiniz ‘yeni imkânlar dünyasında’ çocuğunuza daha çok kitap almak istersiniz ve bu, onu dünkünden daha çok sevdiğinizin bir göstergesi olur.
Gerçek zenginleşme işte bu olur!
Elbette bizi kuşattığını düşündüğümüz şu berbat yozlaşma, terör ve istismar çağında ‘çocuklarımızın güvenliğini’ de ancak bu kritik eşiği aşmak koşuluyla sağlayabiliriz!