“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim; çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min 60)
Kâinatın bir başlangıcı var, elbette bir sonu da vardır.
Doğum, gelişme, ilerleme… Ardından gelen ise gerileme ve ölüm.
Kurulan her düzenin değişime uğradığı göz önündeki bir gerçektir.
Dünya; insanların, hayvanların ve bitkilerin değişmez, sürekli kalacakları evleri olsaydı ölüm bu evin sakinlerini bir bir avlamazdı.
Hayat kime aitse ölüm de ona aittir. Yaratan ölüme karar veriyor, verilmiş sözü var ki, ölen her bir insanı tekrar diriltecektir.
Hayat bir tadımlık nimet mi! Böyle olsaydı hayat sahibi varlıklarla alay edilmiş olurdu!
Bir lokantaya gitsek, iyi de acıkmış olsak… O lokanta ise lezzetli yemekleriyle şöhretli bir lokanta olsa. Masaya otursak, adetleri üzere, yemekten önce, birer kaşık, birer lokma o leziz yiyeceklerden bize tattırsalar ve biz de damak zevkimize göre lezzet seçimleri yapıp, ağzımızı şapırdatarak, servisi beklesek, fakat servis bir türlü gerçekleşmese.
‘Bizim yemeklere ne oldu?’ diye sorsak.
Garsonlar da, ‘hepsi bundan ibaretti!’ dese.
Bu, bir zulüm, bir alay olmaz mıydı?
Rabbimiz, hayatı tattırıp bizi ebedi olarak hayattan niçin mahrum bıraksın?
Çünkü böyle bir şey zülüm olurdu. Hayatı yaratan Allah Teâlâ ise, zalim değildir.
O, bize müjde verdi ki, merek etmeyin, üzülmeyin, korkmayın, sizler için ebedi bir hayat yarattım; ahiret hayatı. Doğdunuz mu artık sonsuzsunuz!
Cennet ve cehennemden ibaret ahiret hayatı dünyadaki ebedi hayat arzumuzun cevabıdır.
Din emri, dinî sorumluluk ise ahiretteki ebedî hayatımızın mahiyetini belirlemektedir.
Öte yandan İnsan dua edebilen bir varlıktır! Dua, insanlık mertebesidir. Çünkü dua insanı Rabbine muhatap kılmaktadır. Yaratılan dua ile Yaratıcısına hitap edebilmektedir ki, bu insana verilmiş eşsiz bir mertebedir
Dua, hayatın sahibini tanımak, O’na güvenmek, sığınmak, emrettiği gibi yaşamak üzere ortaya konulan bir kulluk bilincidir.
Cenabı Hak daima kuluyla beraberdir, kul ise nadir olarak Rabbiyle beraberdir!
O, nefsinin emelleri peşinde koşar durur, sıkışınca da Rabbini hatırlar ve dua ile ona yönelir.
Fakat hayatlarını iman ve amel caddesinde hareket ederek yaşayanlar için ise her iş Allah’ın ismi anılarak yapıldığından o insanlar söz ve eylem düzeyinde dua üzeredirler.
Nefislerine uysalar ve Yaratıcı ile aralarına mesafe girse de derhal bunun farkına varıp tövbe ederek caddeye dönerler.
Sonuç: Allah Teâlâ kulunu rahmetine-mağfiretine, yani ahirete ve ebedi cennet hayatına çağırır. Bunun kuldaki karşılığı iman, amel ve duadır.
Ne hayatı ne kişisel hayatı anlayabilmiş inançsız, kibirli, gururlu kimseyse, en zavallı ve en aptal kimsedir. O, imandan, amelden uzak durup el açıp Rabbine dua etmez.
Bu yapıdaki insan diriltildikten sonra, amelinin karşılığı olarak, cehennemde yaşamaya mahkûm olacaktır.
Kâinatın bir başlangıcı var, elbette bir sonu da vardır.
Doğum, gelişme, ilerleme… Ardından gelen ise gerileme ve ölüm.
Kurulan her düzenin değişime uğradığı göz önündeki bir gerçektir.
Dünya; insanların, hayvanların ve bitkilerin değişmez, sürekli kalacakları evleri olsaydı ölüm bu evin sakinlerini bir bir avlamazdı.
Hayat kime aitse ölüm de ona aittir. Yaratan ölüme karar veriyor, verilmiş sözü var ki, ölen her bir insanı tekrar diriltecektir.
Hayat bir tadımlık nimet mi! Böyle olsaydı hayat sahibi varlıklarla alay edilmiş olurdu!
Bir lokantaya gitsek, iyi de acıkmış olsak… O lokanta ise lezzetli yemekleriyle şöhretli bir lokanta olsa. Masaya otursak, adetleri üzere, yemekten önce, birer kaşık, birer lokma o leziz yiyeceklerden bize tattırsalar ve biz de damak zevkimize göre lezzet seçimleri yapıp, ağzımızı şapırdatarak, servisi beklesek, fakat servis bir türlü gerçekleşmese.
‘Bizim yemeklere ne oldu?’ diye sorsak.
Garsonlar da, ‘hepsi bundan ibaretti!’ dese.
Bu, bir zulüm, bir alay olmaz mıydı?
Rabbimiz, hayatı tattırıp bizi ebedi olarak hayattan niçin mahrum bıraksın?
Çünkü böyle bir şey zülüm olurdu. Hayatı yaratan Allah Teâlâ ise, zalim değildir.
O, bize müjde verdi ki, merek etmeyin, üzülmeyin, korkmayın, sizler için ebedi bir hayat yarattım; ahiret hayatı. Doğdunuz mu artık sonsuzsunuz!
Cennet ve cehennemden ibaret ahiret hayatı dünyadaki ebedi hayat arzumuzun cevabıdır.
Din emri, dinî sorumluluk ise ahiretteki ebedî hayatımızın mahiyetini belirlemektedir.
Öte yandan İnsan dua edebilen bir varlıktır! Dua, insanlık mertebesidir. Çünkü dua insanı Rabbine muhatap kılmaktadır. Yaratılan dua ile Yaratıcısına hitap edebilmektedir ki, bu insana verilmiş eşsiz bir mertebedir
Dua, hayatın sahibini tanımak, O’na güvenmek, sığınmak, emrettiği gibi yaşamak üzere ortaya konulan bir kulluk bilincidir.
Cenabı Hak daima kuluyla beraberdir, kul ise nadir olarak Rabbiyle beraberdir!
O, nefsinin emelleri peşinde koşar durur, sıkışınca da Rabbini hatırlar ve dua ile ona yönelir.
Fakat hayatlarını iman ve amel caddesinde hareket ederek yaşayanlar için ise her iş Allah’ın ismi anılarak yapıldığından o insanlar söz ve eylem düzeyinde dua üzeredirler.
Nefislerine uysalar ve Yaratıcı ile aralarına mesafe girse de derhal bunun farkına varıp tövbe ederek caddeye dönerler.
Sonuç: Allah Teâlâ kulunu rahmetine-mağfiretine, yani ahirete ve ebedi cennet hayatına çağırır. Bunun kuldaki karşılığı iman, amel ve duadır.
Ne hayatı ne kişisel hayatı anlayabilmiş inançsız, kibirli, gururlu kimseyse, en zavallı ve en aptal kimsedir. O, imandan, amelden uzak durup el açıp Rabbine dua etmez.
Bu yapıdaki insan diriltildikten sonra, amelinin karşılığı olarak, cehennemde yaşamaya mahkûm olacaktır.