‘Kendi için yaşamak!’ üzere dünyada olduğunu düşünenler, Allah’ın niçin bir din gönderdiğini ve peygamber tayin ettiğini anlayamazlar. Bu akıl ve vicdan tutulması A’râf suresinin 179’ncu ayetinde belirtilir: “Onların kalpleri vardır, kavramazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler. Onlar hayvanlar gibi hatta daha da şaşkındır.”
Kişi fiziken canlı-kanlıdır, manen ise ölü durumdadır. Ölüdür; gözleri Yaratan’ı görmüyor, kulakları Yaratan’ı işitmiyor, kalbi iman aydınlığına erişememiştir!
Şu açıktır: Dünya hayatını nefsi için yaşayan insan manen ölüdür, nefsini Allah için yaşatan insan ise manen diridir!
Kendi için var olan tek kudret, varlığı var eden Allah teâlâdır; Halik hiçbir varlığı kendi için yaşasın diye yaratmadı. Yaratılışın gayesi yaratılanların Yaratan’a kulluk etmesidir. Kuran bu gerçeği şu ayetle açıklar: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56)
Kalıbı canlı kalbi ölü insan olmak bir tercihtir; kendine yüklenen maddi ve manevi donanım gerçeği görmesine yetecek mahiyette olmasına karşın insan bu mücadeleyi vermeyerek, öz iradesiyle manevi dirilişten uzak durmaktadır. Oysa bu yönde küçük bir irade değişikliği ortaya koyabilse Rabbi onun durumunu derhal düzeltecektir: “(Ey Rabbimiz!) Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın…” (Âl-i İmrân 27)
Peki, kişinin ölü olmayıp diri olduğunun delili nedir? Elbette namaz kılmak gibi bütün dini emirlerin yapılması ‘kalbi diri insan’ olmanın somut birer göstergesidir. Fakat kalıpları gibi kalpleri de diri olan insanlarla ilgili olarak Rabbimiz ‘muhsin insan’ olmayı öne çıkarmış, Bakara suresi 195’nci ayette “…Allah muhsinleri / iyilik yapanları sever...” müjdesini vermiştir.
Bir Kuran terimi olarak ‘muhsin’ manen diri insanların sıfatıdır. Dini bir kavram olarak ‘muhsin’ sözcüğünün manası; Allah için iyilik eden, Allah için iyi davranan, Allah için iyi işler yapan, Allah için lütuf ve ihsan eden kimse demektir. Muhsin sözcüğü Kuran’da çeşitli gramer yapıları içinde yüz doksan dört ayette geçer; muhsin insan olmak o derece önemlidir. Kişi muhsin bir insan olmayı başardığında o artık ‘ölü değil, diri’ bir insandır.
Allah Teâlâ’nın varlık üzerinde bir an bile kesilmeyen ihsanı gerçek dirliğin manasını ve mahiyetini bize öğretir. O, ihsan ettiği için varlığın yegâne Rabbidir. Bizler de, iman etmiş kimseler olarak, varlığa ihsan ettiğimizde, muhsin insan / diri insan mertebesinde bunu yapmış oluruz.
Öte yandan kalıbı canlı fakat kalbi ölü nice insan vardır ki onlar da muhsince davranışlarda bulunurlar. Ancak onların niyetleri ve yaptıkları iyilikleri, kendi nefisleri içindir; Allah rızası için değildir. Nefislerinin zevk çengellerine asılı ‘desinler, övsünler, söz etsinler!’ beklentisi, ‘ölü insan ameli’ olarak, Allah katına yükselemez. Allah katına kabul edilen ameller, ancak kalbi ve kalıbı diri insanların amelleridir: “Kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'nun katına ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allah'a amel-i salih (Allah için yapılmış amel) ulaştırır…” (Fatır 10)
Kalbi ve kalıbı diri insanın niyeti işlerinin Allah için olmasıdır. O, muhsince davranışlarıyla egosunu tatmin etmenin peşinde değildir. Memnun etmek istediği, rızasını umduğu, Rabbidir. Niyeti Allah’ın iradesine (Kuran) göre hayatını yaşamaktır. Nitekim diri kişinin işlerinin gidişi Kuran’ın emir ve yasaklarına göredir. Niyetler ve ameller, kalp ve eylem boyutunda aynı olduğundan, kişinin amelleri, diri insanın amelleri mertebesini kazanmış ve Allah’ın evrensel ihsanının bir parçası olmuştur. Diğer bir deyişle kişi, Allah için yaptığı amellerle, Hay / diri olan Rabbiyle ebedi dirilik elde etmiştir.
İnsan egosu Kuran’la ıslah olmadığı takdirde kişi ‘canlı ölü/ bir zombi!’ mertebesinde kalacaktır. Velev ki o, dünyayı yöneten politik bir önder yahut insanlığı etkileyen bir bilim insanı olsun; o, gerçeğe uyanamamış bir ölüdür. Bedenin (nefis) karanlığına hapsolmuş insanların ahiretteki pişmanlıklarını anlatan bir ayet şu şekildedir: “Herhangi birinize ölüm gelip de; ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (Münâfıkûn 10)
Bu pişmanlığı ancak ölünce duyacak olan kalbi iman nurundan mahrum insanların yaşarken elde ettikleri bütün hazlar EGO’larını beslemekten ibarettir. Sayılı gün olarak verilen dünya hayatıyla ahiret hayatını kazanamadıklarından ömürleri boşa tükenmiş oldu.
Hakçası modern toplum insanlarının ekserisi birer EGO toplumu bireyleri olarak, ömürlerini boş yere tüketmektedirler. Modern birey, maddi ve manevi bir haz veriyorsa karşılığında maddi ve manevi bir haz almak ister. Verilen şeyin karşılığında bir şey alındığında ise bu ölüler arasındaki bir ticarettir. ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!’ sözü ölüler arası ilişkileri özetlerken, diriler ise, verdiklerini Allah için verdiklerinden, insanlardan bir karşılık beklemezler. “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 46)
Toparlarsak: Kişi kendi için yiyip içiyorsa; ölüdür! Allah’a karşı görev yapmak üzere yiyip içiyorsa kişi diridir. Ticaret, zanaat, ziraat, okur-yazarlık, sanat, memuriyet, vb. her türlü faaliyet, dünyevî menfaatler içinse kişiler ölüdürler, faaliyetleri Allah içinse kişiler diridirler: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am 162)
Bu yazıyı okuyanların kendilerine sorması gerekir: Benim hayatım ve ölümüm Allah için mi? Ben yaşayan ölülerden miyim, yaşayan dirilerden miyim? Yoksa ben biraz diri biraz ölü olanlardan mıyım?!
Herkesin kendi gerçeğiyle yüzleşip eceli gelmeden azami gayret göstererek diri insan olmaya çalışması gerekir.
Kişi fiziken canlı-kanlıdır, manen ise ölü durumdadır. Ölüdür; gözleri Yaratan’ı görmüyor, kulakları Yaratan’ı işitmiyor, kalbi iman aydınlığına erişememiştir!
Şu açıktır: Dünya hayatını nefsi için yaşayan insan manen ölüdür, nefsini Allah için yaşatan insan ise manen diridir!
Kendi için var olan tek kudret, varlığı var eden Allah teâlâdır; Halik hiçbir varlığı kendi için yaşasın diye yaratmadı. Yaratılışın gayesi yaratılanların Yaratan’a kulluk etmesidir. Kuran bu gerçeği şu ayetle açıklar: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56)
Kalıbı canlı kalbi ölü insan olmak bir tercihtir; kendine yüklenen maddi ve manevi donanım gerçeği görmesine yetecek mahiyette olmasına karşın insan bu mücadeleyi vermeyerek, öz iradesiyle manevi dirilişten uzak durmaktadır. Oysa bu yönde küçük bir irade değişikliği ortaya koyabilse Rabbi onun durumunu derhal düzeltecektir: “(Ey Rabbimiz!) Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın…” (Âl-i İmrân 27)
Peki, kişinin ölü olmayıp diri olduğunun delili nedir? Elbette namaz kılmak gibi bütün dini emirlerin yapılması ‘kalbi diri insan’ olmanın somut birer göstergesidir. Fakat kalıpları gibi kalpleri de diri olan insanlarla ilgili olarak Rabbimiz ‘muhsin insan’ olmayı öne çıkarmış, Bakara suresi 195’nci ayette “…Allah muhsinleri / iyilik yapanları sever...” müjdesini vermiştir.
Bir Kuran terimi olarak ‘muhsin’ manen diri insanların sıfatıdır. Dini bir kavram olarak ‘muhsin’ sözcüğünün manası; Allah için iyilik eden, Allah için iyi davranan, Allah için iyi işler yapan, Allah için lütuf ve ihsan eden kimse demektir. Muhsin sözcüğü Kuran’da çeşitli gramer yapıları içinde yüz doksan dört ayette geçer; muhsin insan olmak o derece önemlidir. Kişi muhsin bir insan olmayı başardığında o artık ‘ölü değil, diri’ bir insandır.
Allah Teâlâ’nın varlık üzerinde bir an bile kesilmeyen ihsanı gerçek dirliğin manasını ve mahiyetini bize öğretir. O, ihsan ettiği için varlığın yegâne Rabbidir. Bizler de, iman etmiş kimseler olarak, varlığa ihsan ettiğimizde, muhsin insan / diri insan mertebesinde bunu yapmış oluruz.
Öte yandan kalıbı canlı fakat kalbi ölü nice insan vardır ki onlar da muhsince davranışlarda bulunurlar. Ancak onların niyetleri ve yaptıkları iyilikleri, kendi nefisleri içindir; Allah rızası için değildir. Nefislerinin zevk çengellerine asılı ‘desinler, övsünler, söz etsinler!’ beklentisi, ‘ölü insan ameli’ olarak, Allah katına yükselemez. Allah katına kabul edilen ameller, ancak kalbi ve kalıbı diri insanların amelleridir: “Kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'nun katına ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allah'a amel-i salih (Allah için yapılmış amel) ulaştırır…” (Fatır 10)
Kalbi ve kalıbı diri insanın niyeti işlerinin Allah için olmasıdır. O, muhsince davranışlarıyla egosunu tatmin etmenin peşinde değildir. Memnun etmek istediği, rızasını umduğu, Rabbidir. Niyeti Allah’ın iradesine (Kuran) göre hayatını yaşamaktır. Nitekim diri kişinin işlerinin gidişi Kuran’ın emir ve yasaklarına göredir. Niyetler ve ameller, kalp ve eylem boyutunda aynı olduğundan, kişinin amelleri, diri insanın amelleri mertebesini kazanmış ve Allah’ın evrensel ihsanının bir parçası olmuştur. Diğer bir deyişle kişi, Allah için yaptığı amellerle, Hay / diri olan Rabbiyle ebedi dirilik elde etmiştir.
İnsan egosu Kuran’la ıslah olmadığı takdirde kişi ‘canlı ölü/ bir zombi!’ mertebesinde kalacaktır. Velev ki o, dünyayı yöneten politik bir önder yahut insanlığı etkileyen bir bilim insanı olsun; o, gerçeğe uyanamamış bir ölüdür. Bedenin (nefis) karanlığına hapsolmuş insanların ahiretteki pişmanlıklarını anlatan bir ayet şu şekildedir: “Herhangi birinize ölüm gelip de; ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (Münâfıkûn 10)
Bu pişmanlığı ancak ölünce duyacak olan kalbi iman nurundan mahrum insanların yaşarken elde ettikleri bütün hazlar EGO’larını beslemekten ibarettir. Sayılı gün olarak verilen dünya hayatıyla ahiret hayatını kazanamadıklarından ömürleri boşa tükenmiş oldu.
Hakçası modern toplum insanlarının ekserisi birer EGO toplumu bireyleri olarak, ömürlerini boş yere tüketmektedirler. Modern birey, maddi ve manevi bir haz veriyorsa karşılığında maddi ve manevi bir haz almak ister. Verilen şeyin karşılığında bir şey alındığında ise bu ölüler arasındaki bir ticarettir. ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!’ sözü ölüler arası ilişkileri özetlerken, diriler ise, verdiklerini Allah için verdiklerinden, insanlardan bir karşılık beklemezler. “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 46)
Toparlarsak: Kişi kendi için yiyip içiyorsa; ölüdür! Allah’a karşı görev yapmak üzere yiyip içiyorsa kişi diridir. Ticaret, zanaat, ziraat, okur-yazarlık, sanat, memuriyet, vb. her türlü faaliyet, dünyevî menfaatler içinse kişiler ölüdürler, faaliyetleri Allah içinse kişiler diridirler: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am 162)
Bu yazıyı okuyanların kendilerine sorması gerekir: Benim hayatım ve ölümüm Allah için mi? Ben yaşayan ölülerden miyim, yaşayan dirilerden miyim? Yoksa ben biraz diri biraz ölü olanlardan mıyım?!
Herkesin kendi gerçeğiyle yüzleşip eceli gelmeden azami gayret göstererek diri insan olmaya çalışması gerekir.