Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk, mevcut sistemde orta öğretimlerde sınıf geçmenin çok kolay olduğunu, bu nedenle sınıf geçme yönetmeliğinin gözden geçirildiğini belirterek sınıf geçmenin çok kolay olduğu ortamlarda insanların dört işlem bilmeden liseyi bitirdiğini, altı zayıfı olan öğrencilerin ortalamayı tutturduğunda sınıfını geçtiğini, bunun da üniversite sınavlarındaki net sayılarına yansıdığını belirterek, bu durumun düzeltilmesi için gerekli çalışmaların başlatıldığını dile getirdi.
Yeni nesil çocukları, çevrelerinde herkesin kendilerine hizmet etmek için var olduğu yanılgısını taşımaktadır. Aileden başlayarak çevre ve okulda devam eden aşırı iltifatlar onların gerçeklerle yüzleşmelerinin önünde en büyük engel olmaktadır.
Şu anki öğrenciler her dönem farklı sınavlarla karşılaşmalarına rağmen onların günlük ders çalışma saatlerinin bundan yirmi, otuz yıl önceki öğrencilerin ders çalışma saatlerinden fazla değildir. Yeni nesil fazla sorumluluk almamaktadır. Okullarda sınıf geçmenin çok kolay; öğretmenlerin notlarının bol olması, hem onların hem de ailelerinin gerçeklerle yüzleşmelerine engel olmaktadır. Eğitim hayatı takdir ve teşekkürle geçen öğrencilerin üniversiteye giriş sınavında yapmış oldukları soru sayısının çok düşük olduğu görülmektedir.
Öğrencilere şişirilmiş not vermek, onların egosunu şişirmeden başka bir işe yaramamakta, aynı zamanda bu durum onlar için en büyük kötülük olmaktadır.
Prof. Dr. Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikâyesi, Anılar Düşünceler (Çamlıca Yay. 2018, s.68) adlı eserinde İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde edebiyat derslerine gelen Lütfullah Sami Akalın (meşhur edebiyat araştırmacısı) ile olan anısını şöyle anlatmaktadır.
“Lütfullah Sami Akalın Hoca’yı çok sevmiştim. Bir de bizi yormadan kolayca sınıf geçirmesi hepimizin hoşuna gitmişti. Bizi sıkan, çalıştıran hocaları sevmeme; sıkmayan hocaları ise sevme gibi bir geleneğimiz vardı. Ben okulu bitirmiş, Yüksek İslam Enstitüsüne girmiştim, bir gün Bağlarbaşı’ndan Kadıköy’e giderken, üç beş metre önümde L. Sami Hoca’nın yürüdüğünü gördüm, hızlandım ve yanına geldim, o sırada vapurdan ineler arasında bir grubun kendisine seslendiğini ve yanına geldiğini gördüm. Ben geride kaldım ve konuşmalarının bitmesini bekledim. Gelenlerden biri Hoca’ya, arkadaşlar sana çok kırgın, ne diye gittin o gerici yuvasında (İstanbul İmam Hatip Lisesi) ders veriyorsun? Dedi. O da evet, ben orada öğretmenlik yapıyorum ama doğru dürüst ders yapmıyorum. Dersleri mümkün olduğunca boş şeylerle geçiştiriyorum, dedi. Bu sözü duyunca başımdan aşağı sanki kaynar su dökülüverdi. Perişan olmuştum. Demek ki ders anlatmayışının sebebi buymuş, dedim, o kızgınlıkla iskeleye doğru yürüdüm. Bu olayı bazı arkadaşlarıma anlattığımda, Yunanistan uyruklu bir Türk arkadaşımız da yanımızdaydı, o da bize demek ki o Hoca Yunanistan’daki Yunan hocalarının Türk öğrencilerine yaptığı uygulamayı yapıyor dedi. Nasıl yani dedik? O da biz Yunanistan’da okurken Yunan öğretmeneler, Türk öğrencilere bol not verirler ama Yunan öğrencilere, notu kıt verirler, onları çok sıkarlardı. Biz de bize iyilikte bulunuyorlar diye sevinirdik. Ama liseyi bitirip de üniversite imtihanlarına girdiğimizde Yunan öğrencilerin çoğu bu imtihanları kazanırken, maalesef Türk öğrencilerden çok ama çok azı bu imtihanları kazanırdı, demişti.”
Bu hatırat bize hayatın bazı gerçeklerini çok acı bir şekilde yüzümüze vurmaktadır. Elbette öğrencilere merhametli davranmak, onları dinlemek, onları sevdiğimizi, onlara güvendiğimizi hissettirmek gibi sorumluluğumuz var. Fakat onları rahata alıştırmakla, gereğinden fazla bol bol notlar vermekle onların geleceğini çaldığımızı, hormonlu bitkiler gibi şişirilmiş notların onlara zarar verdiğini herkesin bilmesi, bunun için tedbirler alması gerekmektedir.
Aşırı fazla not, aşını kıt not kadar zararlıdır. Çalışan ile çalışmayanın ayırt edilmediği bir eğitim ortamı onların geleceğini tehlikeye atmaktadır.
Rahmetli Gürbüz Azak’ın yeri geldiğinde döven elin, gül veren el kadar öpülmeye değer olduğu sözü, bazen geçerliliğini korumaktadır.
Yeni nesil çocukları, çevrelerinde herkesin kendilerine hizmet etmek için var olduğu yanılgısını taşımaktadır. Aileden başlayarak çevre ve okulda devam eden aşırı iltifatlar onların gerçeklerle yüzleşmelerinin önünde en büyük engel olmaktadır.
Şu anki öğrenciler her dönem farklı sınavlarla karşılaşmalarına rağmen onların günlük ders çalışma saatlerinin bundan yirmi, otuz yıl önceki öğrencilerin ders çalışma saatlerinden fazla değildir. Yeni nesil fazla sorumluluk almamaktadır. Okullarda sınıf geçmenin çok kolay; öğretmenlerin notlarının bol olması, hem onların hem de ailelerinin gerçeklerle yüzleşmelerine engel olmaktadır. Eğitim hayatı takdir ve teşekkürle geçen öğrencilerin üniversiteye giriş sınavında yapmış oldukları soru sayısının çok düşük olduğu görülmektedir.
Öğrencilere şişirilmiş not vermek, onların egosunu şişirmeden başka bir işe yaramamakta, aynı zamanda bu durum onlar için en büyük kötülük olmaktadır.
Prof. Dr. Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikâyesi, Anılar Düşünceler (Çamlıca Yay. 2018, s.68) adlı eserinde İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde edebiyat derslerine gelen Lütfullah Sami Akalın (meşhur edebiyat araştırmacısı) ile olan anısını şöyle anlatmaktadır.
“Lütfullah Sami Akalın Hoca’yı çok sevmiştim. Bir de bizi yormadan kolayca sınıf geçirmesi hepimizin hoşuna gitmişti. Bizi sıkan, çalıştıran hocaları sevmeme; sıkmayan hocaları ise sevme gibi bir geleneğimiz vardı. Ben okulu bitirmiş, Yüksek İslam Enstitüsüne girmiştim, bir gün Bağlarbaşı’ndan Kadıköy’e giderken, üç beş metre önümde L. Sami Hoca’nın yürüdüğünü gördüm, hızlandım ve yanına geldim, o sırada vapurdan ineler arasında bir grubun kendisine seslendiğini ve yanına geldiğini gördüm. Ben geride kaldım ve konuşmalarının bitmesini bekledim. Gelenlerden biri Hoca’ya, arkadaşlar sana çok kırgın, ne diye gittin o gerici yuvasında (İstanbul İmam Hatip Lisesi) ders veriyorsun? Dedi. O da evet, ben orada öğretmenlik yapıyorum ama doğru dürüst ders yapmıyorum. Dersleri mümkün olduğunca boş şeylerle geçiştiriyorum, dedi. Bu sözü duyunca başımdan aşağı sanki kaynar su dökülüverdi. Perişan olmuştum. Demek ki ders anlatmayışının sebebi buymuş, dedim, o kızgınlıkla iskeleye doğru yürüdüm. Bu olayı bazı arkadaşlarıma anlattığımda, Yunanistan uyruklu bir Türk arkadaşımız da yanımızdaydı, o da bize demek ki o Hoca Yunanistan’daki Yunan hocalarının Türk öğrencilerine yaptığı uygulamayı yapıyor dedi. Nasıl yani dedik? O da biz Yunanistan’da okurken Yunan öğretmeneler, Türk öğrencilere bol not verirler ama Yunan öğrencilere, notu kıt verirler, onları çok sıkarlardı. Biz de bize iyilikte bulunuyorlar diye sevinirdik. Ama liseyi bitirip de üniversite imtihanlarına girdiğimizde Yunan öğrencilerin çoğu bu imtihanları kazanırken, maalesef Türk öğrencilerden çok ama çok azı bu imtihanları kazanırdı, demişti.”
Bu hatırat bize hayatın bazı gerçeklerini çok acı bir şekilde yüzümüze vurmaktadır. Elbette öğrencilere merhametli davranmak, onları dinlemek, onları sevdiğimizi, onlara güvendiğimizi hissettirmek gibi sorumluluğumuz var. Fakat onları rahata alıştırmakla, gereğinden fazla bol bol notlar vermekle onların geleceğini çaldığımızı, hormonlu bitkiler gibi şişirilmiş notların onlara zarar verdiğini herkesin bilmesi, bunun için tedbirler alması gerekmektedir.
Aşırı fazla not, aşını kıt not kadar zararlıdır. Çalışan ile çalışmayanın ayırt edilmediği bir eğitim ortamı onların geleceğini tehlikeye atmaktadır.
Rahmetli Gürbüz Azak’ın yeri geldiğinde döven elin, gül veren el kadar öpülmeye değer olduğu sözü, bazen geçerliliğini korumaktadır.