Kim ne derse desin, şartlar ne yönde değişirse değişsin ve dünyanın neresine gidilirse gidilsin; hele bizde, hele Anadolu'da öğretmenlik, her şeyden çok duygu işidir, gönül işidir...
Öğretmenin eserine kim, nasıl paha biçebilir?
Düşünsenize, kolay mıdır 783 bin kilometrekarelik bir ülkede, 81 ilde 950’yi aşkın ilçede; ücrada, tenhada, dağda, kırsalda, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, 34 binden fazla köyde, 70 binden fazla okulda her gün başka nedenlerle örselenen, hırpalanan, aşınan bir umuda yakıt olmak...
Onun için dünyanın her yerinde kutsaldır ama bizde daha çok...
Öğretmenlik yürek işidir.
Becerene, taşıyabilene tabii...
★★
Bakın kısacık bir hikâye, bir İngilizce öğretmeninin güncesinden. Sevgili Ayhan Anık ağabeyim paylaşmıştı sosyal medya sayfasında... Yayın referansı yine sosyal medyada ‘Leylaklar Açarken’ sayfasının düzenlemesiyle Çağdaş Özcivan'a aitmiş:
“Bir gün sınıfta koşullu cümleleri anlatıyordum. Tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.
-Evet çocuklar, tahtaya yazdığım ‘Eğer zengin olsaydım, anneme .... alırdım’ cümlesindeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun
dedim. Anlaşılmış olmalı ki tüm çocuklar dağıttığım kâğıtları alır almaz bir şeyler yazmaya başladı. Beş dakika sonra kâğıtları topladım ve seslice tek tek okudum.
-Uzay gemisi, Ferrari, Miami’de yazlık...
Ben okuyorum, sınıftakiler katıla katıla gülüyordu. Son kâğıdı içimden okudum:
-If I were rich, I would buy flowers for my mom...
Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen içine kapanık bir çocuktu. Sınıfa döndüm ve
-Aramızda oldukça romantik bir arkadaşımız var! dedim.
-Selim, kalk bakalım. Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin? Selim:
-Çiçek alırdım, yazdım öğretmenim...
dedi. Sınıfta bir kahkaha tufanı koptu.
Gerçekten de tam olarak ‘Eğer zengin olsam anneme çiçek alırdım’ yazmıştı.
-Ama ben size ‘çok zengin olduğunuzu düşünerek, hayal gücünüzü kullanın’ demiştim. Buna rağmen sen sadece çiçek alırım yazdığına göre, gerçekten önemli bir sebebin olmalı...
dedim.
Bir süre sessizce bekledi, sonra küçülüp sanki ufacık bir noktaya dönüştü ve mırıldandı:
-Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim...
Yüzünde o an Mona Lisa tablosunu andıran, gülmekle ağlamak arası garip bir ifade oluştu.
-Oğlum, dalga mı geçiyorsun?
dedim sertçe.
-Yani sizin aklınıza bir şey gelmesi için bizim illa not mu vermemiz gerekiyor?
Çocuk hiç cevap vermedi.
Sustu öylece...
Daha da derin sustu...
Ders biterken öğrencilere kâğıtlarını geri dağıttım. Sınıf çalan zille birlikte, kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı. Ertesi sabah okula geldiğimde, Selim’in babasını lobide beni beklerken buldum. Önündeki sehpada bir gün önce sınıfta dağıttığım, belli ki sonradan buruşturulmuş kâğıt parçası duruyordu.
Oturup biraz konuştuk.
Kısa bir görüşmeden sonra okuldan ayrıldı.
Bense...
Zorlukla zümre odamıza doğru yürüdüm. Başım dönüyordu. Hıçkırığa benzer garip bir şey, diyaframdan gırtlağıma kadar tırmanmış, patlamaya hazır bekliyordu. Boğaz düğümlenmesi denir ya, onun en fecisi işte...
Kâğıttaki küçük boşluğu ‘sadece çiçekle’ dolduran Selim’in, hayatındaki en büyük boşluğu da yine çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrenmiştim.
Selim'in üç ay önce annesini bir trafik kazasında kaybettiğini, O günden beri, hiç aksatmadan her hafta sonu babası ile çiçek alıp annesinin mezarını ziyaret ettiklerini; önceki gece benim yüzümden ve babası duyup kızmasın diye yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırarak ağladığını öğrendim.
Ama daha sarsıcı ve benim için daha acıklı olansa ‘sadece üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını öğrendim’!
İnsan ancak çok sarsıcı durumlara tanık olduktan sonra yüreğiyle kavrayabiliyor ki öğretmen olmak, sabah okula gidip akşam eve gelinen; sadece derse girip çıktığın zamanla sınırlı; yazın her türlü hikâyeden azade tatil yaptığın bir meslek değil!
Öğretmenlik aynı zamanda cinsiyetin ne olursa olsun birine anne olmak, birine baba olmak, birine ağabey olmaktır...
Bunu başaramayan, yüreğiyle göremeyen, duyguları kavrayamayan insan hangi diplomaya sahip olursa olsun ve hangi kariyer basamaklarını geçerse geçsin öğretmen değildir!”
★★
Bitirirken...
Bugün 24 Kasım, özel hem de çok özel bir gün.
157 yıl önce ölmüş bir adam, Abraham Lincoln (1809-1865) demiş ki: “Hiç kimse, bir çocuğa yardım etmek için eğildiği zamanki kadar yükselemez...”
Geçmişte, bugün, gelecekte...
Doğuda, batıda, doğuyla batının buluştuğu yerde de...
Çocuklara eğilerek yükselmiş, yücelmiş ve daha da yükselecek, yücelecek tüm öğretmenlere saygıyla, şükranla, minnetle öyleyse...
Rüzgâr ya da şartlar ne yönde değişirse değişsin ‘değerlerini yitirmeyen’ öğretmenlerin ellerinden öperiz.
Öğretmenin eserine kim, nasıl paha biçebilir?
Düşünsenize, kolay mıdır 783 bin kilometrekarelik bir ülkede, 81 ilde 950’yi aşkın ilçede; ücrada, tenhada, dağda, kırsalda, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, 34 binden fazla köyde, 70 binden fazla okulda her gün başka nedenlerle örselenen, hırpalanan, aşınan bir umuda yakıt olmak...
Onun için dünyanın her yerinde kutsaldır ama bizde daha çok...
Öğretmenlik yürek işidir.
Becerene, taşıyabilene tabii...
★★
Bakın kısacık bir hikâye, bir İngilizce öğretmeninin güncesinden. Sevgili Ayhan Anık ağabeyim paylaşmıştı sosyal medya sayfasında... Yayın referansı yine sosyal medyada ‘Leylaklar Açarken’ sayfasının düzenlemesiyle Çağdaş Özcivan'a aitmiş:
“Bir gün sınıfta koşullu cümleleri anlatıyordum. Tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.
-Evet çocuklar, tahtaya yazdığım ‘Eğer zengin olsaydım, anneme .... alırdım’ cümlesindeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun
dedim. Anlaşılmış olmalı ki tüm çocuklar dağıttığım kâğıtları alır almaz bir şeyler yazmaya başladı. Beş dakika sonra kâğıtları topladım ve seslice tek tek okudum.
-Uzay gemisi, Ferrari, Miami’de yazlık...
Ben okuyorum, sınıftakiler katıla katıla gülüyordu. Son kâğıdı içimden okudum:
-If I were rich, I would buy flowers for my mom...
Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen içine kapanık bir çocuktu. Sınıfa döndüm ve
-Aramızda oldukça romantik bir arkadaşımız var! dedim.
-Selim, kalk bakalım. Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin? Selim:
-Çiçek alırdım, yazdım öğretmenim...
dedi. Sınıfta bir kahkaha tufanı koptu.
Gerçekten de tam olarak ‘Eğer zengin olsam anneme çiçek alırdım’ yazmıştı.
-Ama ben size ‘çok zengin olduğunuzu düşünerek, hayal gücünüzü kullanın’ demiştim. Buna rağmen sen sadece çiçek alırım yazdığına göre, gerçekten önemli bir sebebin olmalı...
dedim.
Bir süre sessizce bekledi, sonra küçülüp sanki ufacık bir noktaya dönüştü ve mırıldandı:
-Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim...
Yüzünde o an Mona Lisa tablosunu andıran, gülmekle ağlamak arası garip bir ifade oluştu.
-Oğlum, dalga mı geçiyorsun?
dedim sertçe.
-Yani sizin aklınıza bir şey gelmesi için bizim illa not mu vermemiz gerekiyor?
Çocuk hiç cevap vermedi.
Sustu öylece...
Daha da derin sustu...
Ders biterken öğrencilere kâğıtlarını geri dağıttım. Sınıf çalan zille birlikte, kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı. Ertesi sabah okula geldiğimde, Selim’in babasını lobide beni beklerken buldum. Önündeki sehpada bir gün önce sınıfta dağıttığım, belli ki sonradan buruşturulmuş kâğıt parçası duruyordu.
Oturup biraz konuştuk.
Kısa bir görüşmeden sonra okuldan ayrıldı.
Bense...
Zorlukla zümre odamıza doğru yürüdüm. Başım dönüyordu. Hıçkırığa benzer garip bir şey, diyaframdan gırtlağıma kadar tırmanmış, patlamaya hazır bekliyordu. Boğaz düğümlenmesi denir ya, onun en fecisi işte...
Kâğıttaki küçük boşluğu ‘sadece çiçekle’ dolduran Selim’in, hayatındaki en büyük boşluğu da yine çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrenmiştim.
Selim'in üç ay önce annesini bir trafik kazasında kaybettiğini, O günden beri, hiç aksatmadan her hafta sonu babası ile çiçek alıp annesinin mezarını ziyaret ettiklerini; önceki gece benim yüzümden ve babası duyup kızmasın diye yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırarak ağladığını öğrendim.
Ama daha sarsıcı ve benim için daha acıklı olansa ‘sadece üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını öğrendim’!
İnsan ancak çok sarsıcı durumlara tanık olduktan sonra yüreğiyle kavrayabiliyor ki öğretmen olmak, sabah okula gidip akşam eve gelinen; sadece derse girip çıktığın zamanla sınırlı; yazın her türlü hikâyeden azade tatil yaptığın bir meslek değil!
Öğretmenlik aynı zamanda cinsiyetin ne olursa olsun birine anne olmak, birine baba olmak, birine ağabey olmaktır...
Bunu başaramayan, yüreğiyle göremeyen, duyguları kavrayamayan insan hangi diplomaya sahip olursa olsun ve hangi kariyer basamaklarını geçerse geçsin öğretmen değildir!”
★★
Bitirirken...
Bugün 24 Kasım, özel hem de çok özel bir gün.
157 yıl önce ölmüş bir adam, Abraham Lincoln (1809-1865) demiş ki: “Hiç kimse, bir çocuğa yardım etmek için eğildiği zamanki kadar yükselemez...”
Geçmişte, bugün, gelecekte...
Doğuda, batıda, doğuyla batının buluştuğu yerde de...
Çocuklara eğilerek yükselmiş, yücelmiş ve daha da yükselecek, yücelecek tüm öğretmenlere saygıyla, şükranla, minnetle öyleyse...
Rüzgâr ya da şartlar ne yönde değişirse değişsin ‘değerlerini yitirmeyen’ öğretmenlerin ellerinden öperiz.