Bugün eğitim ve kültür dünyamızdaki gerçek ışık kaynaklarından biriyle, kelimenin tam anlamıyla ‘bir kutup yıldızıyla’ buluşuyoruz.
Hacettepe Üniversitesi ile Eskişehir Orhangazi Üniversitesi’nin efsane hocası, yazar ve düşünür Sayın Prof.Dr. Ayhan Aydın’ı öğrencileri ve akademisyen arkadaşları yere göğe sığdıramazlar; öyle bir ilham kaynağıyla, öyle bir deryayla ve o denli alçak gönüllü bir bilgeyle her gün aynı koridorlarda bulunmak, aynı kampüsün havasını solumak muhteşem bir duygudur muhakkak.
Biz o kadar şanslı olmasak da kitaplarından, çarpıcı makalelerinden ve katıldığımız seminerlerinden, harikulade sunumlarından tanıyoruz bu büyük dehayı.
Onu -henüz- tanımayan okurlarım baştaki ‘Kutup Yıldızı’ metaforunun yanına bir ‘Acaba?’ notu düşmüş olabilirler.
Ama inanın, sıradan bir iş gibi görünmesine karşın insanın derinliği ve değişkenliği bağlamında dünyanın en karmaşık işlerinden biri olan eğitimle eğer bir biçimde ilginiz varsa; anneyseniz, babaysanız, öğrenciyseniz, öğretmenseniz, o zaman bu değerli bilim insanının görüşleri sizin için hiç abartısız, yüzde yüz gerçek Kutup Yıldızı’na dönüşür.
Yeter ki onu okuyun ve tanıyın:
‘Eğitim şiir gibidir; hepimiz şair olamayız ama şiirsiz de yaşayamayız’ diyen akademisyen, düşünür, yazar, bilge, hayatsever Prof.Dr. Orhan Aydın’ın; Eğitim Psikolojisi (Gelişim-Öğrenme-Öğretim), Sınıf Yönetimi, Eğitim Sevgidir, Mutluluk, Yaşama Sanatı, Eğitim Hikâyedir, Felsefe Düşünce Tarihi, İnsanca Varolma Sanatı, Hayat Neden Güzeldir?, Yaşadığımız Dünya, Eğitim Politikası gibi birbirinden değerli kitapları var.
Kitabın az okunduğu bir ülkede, üstelik de eğitim gibi özel bir alana değinen bu kitapların her birinin onlarca baskısı yapılmış.
İşte onca kitabı yazan, onca okunan bu büyük bilgenin ‘Yaşama Sanatı’ adlı kitabında çok çarpıcı bir ifade var. Ayhan Hoca diyor ki:
“İçinizdeki çocuğun ‘Kral Çıplak!’ diye bağırdığı an yüreğiniz başka yüreklerde atmaya başlayacak, sesiniz başka seslere karışacaktır ve dünyada sevgi adına yaşayan insanların da hâlâ var olduğunu göreceksiniz. Bu kadarını esirgemeyelim birbirimizden olur mu?”
Bana ‘Kral çıplak!’ dedirten tanışmayı 2007 yılında Bilkent kampüsünde yaşamıştım. Orhan Hoca, üniversite öncesi öğrenim grubu akademisyenlere yönelik muhteşem bir seminer vermişti, orada tanışmıştık.
Dokuz yıl sonra, 2016 yılında da Manavgat’ta, Başarı Koleji’nde bu kez velilere seslenmesi için ağırladığımızda o inanılmaz insan daha da gençleşmiş, sınırsız kültürünü edebiyatla harmanlayarak bize sunarken dokuz yıl öncesinden daha yüksek bir enerjiyle izleyenleri büyülemişti.
Büyülenenlerden biri de o günden sonra Ayhan Hoca’yı ‘Benim en büyük idolüm’ diye gönlünün başköşesine oturtan oğlum Doğu olmuştu.
Ayhan Hoca da sağolsun büyük bir alçakgönüllülükle Doğu’yu hep sevdi, öğrenim serüvenini takip etti ve onu sıkça da onurlandırdı.
İşte o büyük bilgenin, bana göre Türk eğitim dünyasındaki en önemli düşünürlerden ve akademisyenlerden birinin kapısını çaldım bütün cesaretimi toplayarak. Sürekli yazan, üreten, her saniye etkin olan bu büyük bilgenin zamanı çok değerli, biliyorum. Yine çok yoğundu, her zamanki gibi üretmekle meşguldü, benim merakla beklediğim yeni kitabını oluşturuyordu ama kırmadı, sağolsun.
Öylelikle Prof.Dr. Ayhan Aydın’ın Pusula okurlarına armağanı olan bu kısa röportaj doğdu.
***
Savaşkan İlmak: Nereden başlasak Sayın Profesör? ‘Yaşamak, yazmak, bilgelik’ deyip başlasak… Ne dersiniz?
Prof.Dr. Orhan Aydın: Sevgili Savaşkan hocam, şimdi bir kitap üzerine çalışıyorum. Nietzsche der ya hani ‘Kitap, yazarından intikamını alırmış’, biraz öyle oldu ama sonuçta kazanan ve kaybedeni yakında göreceğiz. Başlangıçta yazma konusuna ilişkin birkaç şey söylemek isterim. Kafka’nın güzel bir sözü vardır: ‘Yazmak, ölümden daha derin bir uykudur’. Aynı zamanda yazmak bir sorumluluktur, yaşama karşı bir görevdir aynı zamanda. Hayat eğer bir armağansa bunun karşılığını vermeliyiz insanlara. Hani der ya bir filozof ‘Otuzunda öldü, altmışında gömdüler’. Çünkü ‘Yaşamak direnmektir’ derler; yaşamak, hayatı sorgulamaktır. Aynı zamanda Mia’yı anlamak ve açıklamak değil, Mia’yı değiştirmek için de geldik. Eğitimci sadece etkileştiği, aktif olarak birlikte olduğu öğrencilere değil, olabildiği kadar toplumun her katmanına dokunmak zorundadır. Bunu biraz da böyle düşündüm. Kitaplarımı yazarken de çocukluğumu hatırlayarak hep şunu söylerim: Ben çocukken kütüphanelerde çılgınca kitap arayan biriydim. Bir şey olsun okuyayım diye. Çünkü en büyük şaşkınlığım ve üzüntüm aynı zamanda, erişkin insanların duyarsızlıkları, kayıtsızlıklarıydı yaşama karşı. Oysa bu dünya mucizevi bir şey. Hayret edilmesi gereken, şaşılması gereken onca şey karşısında insanlar derin bir sessizlik içindeydiler. Bunu asla kabul etmedim. Bu anlamda yazmanın gerçek bir başkaldırı olduğunu da söyleyebilirim. İşte kütüphanelerde kitap arayan bir çocuk için yazıyorum ben aynı zamanda. Okuyucularımıza teşekkürler, iyi ki varlar ama okuyup unutmak için değil, bu çocuk benim kitaplarımdan birine ulaştığı zaman ‘İşte tam da bu hayat!’ diye oradan alarak sorumluluğu taşıyacaktır. Buna içtenlikle inanıyorum. Çünkü bir kitap sizi bilinen bütün o kitapların ötesine götürebilmeli.
*
S.İ: Peki siz neden ve kim için yazıyorsunuz?
Prof.Dr. Orhan Aydın: ‘Hem herkes için hem hiç kimse için yazmalıyız’. Bir içsel konuşma -Inner Speak der buna batılılar- bir içsel sorgulamadır; çünkü insan kendine dikkatli bakınca çok iyi bir şey olmadığını da bilir insan ‘sen’... Bu anlamda yazmak, bir samimiyettir, doğallıktır, içtenliktir. Zaten hayatımızda en eksik olan şey de bu nezaket, samimiyet ve sevgi eksiktir bence hayatta. Bu duyarlılıkların gelişebilmesi için de bizim felsefeye, sanata, müziğe ihtiyacımız var. Yoksa görüyoruz televizyonlardaki programları. Tartışma ‘tart’ kökünden gelir; kimse ötekinin sözünü tartmıyor bile. Ezberlenmiş bir retorik üzerinden, kadrolu konuşmacıları dinliyoruz her akşam. İlk sözlerinden ne söyleyebileceklerini anlayabiliyorsunuz. Onlar için de üzülmemek mümkün değil. Bir tek akşam bile şunu duyamazsınız: ‘Ne güzel söylediniz, bunu sizden öğrendim… Özür dilerim, hata yapmıştım…’
Tekrar söylüyorum, tartışma okullarda öğretilir. Konuşma sanatı yani aynı zamanda. Öğretim üyeleri bile, bu beceriyi üzgünüm ama televizyonlarda gösteremiyor. Demek ki bir insanın kendi fikirlerine bile katılmamasıdır eğitim. Yani; karşıt düşüncede mantık arayabilmek. İddia etmek değil, itiraz etmek değil, bazen itiraf etmektir. O anlamda samimiyetten söz ediyorum elbette.
…
(Devamı yarın)
Hacettepe Üniversitesi ile Eskişehir Orhangazi Üniversitesi’nin efsane hocası, yazar ve düşünür Sayın Prof.Dr. Ayhan Aydın’ı öğrencileri ve akademisyen arkadaşları yere göğe sığdıramazlar; öyle bir ilham kaynağıyla, öyle bir deryayla ve o denli alçak gönüllü bir bilgeyle her gün aynı koridorlarda bulunmak, aynı kampüsün havasını solumak muhteşem bir duygudur muhakkak.
Biz o kadar şanslı olmasak da kitaplarından, çarpıcı makalelerinden ve katıldığımız seminerlerinden, harikulade sunumlarından tanıyoruz bu büyük dehayı.
Onu -henüz- tanımayan okurlarım baştaki ‘Kutup Yıldızı’ metaforunun yanına bir ‘Acaba?’ notu düşmüş olabilirler.
Ama inanın, sıradan bir iş gibi görünmesine karşın insanın derinliği ve değişkenliği bağlamında dünyanın en karmaşık işlerinden biri olan eğitimle eğer bir biçimde ilginiz varsa; anneyseniz, babaysanız, öğrenciyseniz, öğretmenseniz, o zaman bu değerli bilim insanının görüşleri sizin için hiç abartısız, yüzde yüz gerçek Kutup Yıldızı’na dönüşür.
Yeter ki onu okuyun ve tanıyın:
‘Eğitim şiir gibidir; hepimiz şair olamayız ama şiirsiz de yaşayamayız’ diyen akademisyen, düşünür, yazar, bilge, hayatsever Prof.Dr. Orhan Aydın’ın; Eğitim Psikolojisi (Gelişim-Öğrenme-Öğretim), Sınıf Yönetimi, Eğitim Sevgidir, Mutluluk, Yaşama Sanatı, Eğitim Hikâyedir, Felsefe Düşünce Tarihi, İnsanca Varolma Sanatı, Hayat Neden Güzeldir?, Yaşadığımız Dünya, Eğitim Politikası gibi birbirinden değerli kitapları var.
Kitabın az okunduğu bir ülkede, üstelik de eğitim gibi özel bir alana değinen bu kitapların her birinin onlarca baskısı yapılmış.
İşte onca kitabı yazan, onca okunan bu büyük bilgenin ‘Yaşama Sanatı’ adlı kitabında çok çarpıcı bir ifade var. Ayhan Hoca diyor ki:
“İçinizdeki çocuğun ‘Kral Çıplak!’ diye bağırdığı an yüreğiniz başka yüreklerde atmaya başlayacak, sesiniz başka seslere karışacaktır ve dünyada sevgi adına yaşayan insanların da hâlâ var olduğunu göreceksiniz. Bu kadarını esirgemeyelim birbirimizden olur mu?”
Bana ‘Kral çıplak!’ dedirten tanışmayı 2007 yılında Bilkent kampüsünde yaşamıştım. Orhan Hoca, üniversite öncesi öğrenim grubu akademisyenlere yönelik muhteşem bir seminer vermişti, orada tanışmıştık.
Dokuz yıl sonra, 2016 yılında da Manavgat’ta, Başarı Koleji’nde bu kez velilere seslenmesi için ağırladığımızda o inanılmaz insan daha da gençleşmiş, sınırsız kültürünü edebiyatla harmanlayarak bize sunarken dokuz yıl öncesinden daha yüksek bir enerjiyle izleyenleri büyülemişti.
Büyülenenlerden biri de o günden sonra Ayhan Hoca’yı ‘Benim en büyük idolüm’ diye gönlünün başköşesine oturtan oğlum Doğu olmuştu.
Ayhan Hoca da sağolsun büyük bir alçakgönüllülükle Doğu’yu hep sevdi, öğrenim serüvenini takip etti ve onu sıkça da onurlandırdı.
İşte o büyük bilgenin, bana göre Türk eğitim dünyasındaki en önemli düşünürlerden ve akademisyenlerden birinin kapısını çaldım bütün cesaretimi toplayarak. Sürekli yazan, üreten, her saniye etkin olan bu büyük bilgenin zamanı çok değerli, biliyorum. Yine çok yoğundu, her zamanki gibi üretmekle meşguldü, benim merakla beklediğim yeni kitabını oluşturuyordu ama kırmadı, sağolsun.
Öylelikle Prof.Dr. Ayhan Aydın’ın Pusula okurlarına armağanı olan bu kısa röportaj doğdu.
***
Savaşkan İlmak: Nereden başlasak Sayın Profesör? ‘Yaşamak, yazmak, bilgelik’ deyip başlasak… Ne dersiniz?
Prof.Dr. Orhan Aydın: Sevgili Savaşkan hocam, şimdi bir kitap üzerine çalışıyorum. Nietzsche der ya hani ‘Kitap, yazarından intikamını alırmış’, biraz öyle oldu ama sonuçta kazanan ve kaybedeni yakında göreceğiz. Başlangıçta yazma konusuna ilişkin birkaç şey söylemek isterim. Kafka’nın güzel bir sözü vardır: ‘Yazmak, ölümden daha derin bir uykudur’. Aynı zamanda yazmak bir sorumluluktur, yaşama karşı bir görevdir aynı zamanda. Hayat eğer bir armağansa bunun karşılığını vermeliyiz insanlara. Hani der ya bir filozof ‘Otuzunda öldü, altmışında gömdüler’. Çünkü ‘Yaşamak direnmektir’ derler; yaşamak, hayatı sorgulamaktır. Aynı zamanda Mia’yı anlamak ve açıklamak değil, Mia’yı değiştirmek için de geldik. Eğitimci sadece etkileştiği, aktif olarak birlikte olduğu öğrencilere değil, olabildiği kadar toplumun her katmanına dokunmak zorundadır. Bunu biraz da böyle düşündüm. Kitaplarımı yazarken de çocukluğumu hatırlayarak hep şunu söylerim: Ben çocukken kütüphanelerde çılgınca kitap arayan biriydim. Bir şey olsun okuyayım diye. Çünkü en büyük şaşkınlığım ve üzüntüm aynı zamanda, erişkin insanların duyarsızlıkları, kayıtsızlıklarıydı yaşama karşı. Oysa bu dünya mucizevi bir şey. Hayret edilmesi gereken, şaşılması gereken onca şey karşısında insanlar derin bir sessizlik içindeydiler. Bunu asla kabul etmedim. Bu anlamda yazmanın gerçek bir başkaldırı olduğunu da söyleyebilirim. İşte kütüphanelerde kitap arayan bir çocuk için yazıyorum ben aynı zamanda. Okuyucularımıza teşekkürler, iyi ki varlar ama okuyup unutmak için değil, bu çocuk benim kitaplarımdan birine ulaştığı zaman ‘İşte tam da bu hayat!’ diye oradan alarak sorumluluğu taşıyacaktır. Buna içtenlikle inanıyorum. Çünkü bir kitap sizi bilinen bütün o kitapların ötesine götürebilmeli.
*
S.İ: Peki siz neden ve kim için yazıyorsunuz?
Prof.Dr. Orhan Aydın: ‘Hem herkes için hem hiç kimse için yazmalıyız’. Bir içsel konuşma -Inner Speak der buna batılılar- bir içsel sorgulamadır; çünkü insan kendine dikkatli bakınca çok iyi bir şey olmadığını da bilir insan ‘sen’... Bu anlamda yazmak, bir samimiyettir, doğallıktır, içtenliktir. Zaten hayatımızda en eksik olan şey de bu nezaket, samimiyet ve sevgi eksiktir bence hayatta. Bu duyarlılıkların gelişebilmesi için de bizim felsefeye, sanata, müziğe ihtiyacımız var. Yoksa görüyoruz televizyonlardaki programları. Tartışma ‘tart’ kökünden gelir; kimse ötekinin sözünü tartmıyor bile. Ezberlenmiş bir retorik üzerinden, kadrolu konuşmacıları dinliyoruz her akşam. İlk sözlerinden ne söyleyebileceklerini anlayabiliyorsunuz. Onlar için de üzülmemek mümkün değil. Bir tek akşam bile şunu duyamazsınız: ‘Ne güzel söylediniz, bunu sizden öğrendim… Özür dilerim, hata yapmıştım…’
Tekrar söylüyorum, tartışma okullarda öğretilir. Konuşma sanatı yani aynı zamanda. Öğretim üyeleri bile, bu beceriyi üzgünüm ama televizyonlarda gösteremiyor. Demek ki bir insanın kendi fikirlerine bile katılmamasıdır eğitim. Yani; karşıt düşüncede mantık arayabilmek. İddia etmek değil, itiraz etmek değil, bazen itiraf etmektir. O anlamda samimiyetten söz ediyorum elbette.
…
(Devamı yarın)